Enkaz yatırımı
Parayı çok seviyoruz; ihtiyacımız kadar olanla asla yetinmiyoruz, hep daha fazlasını istiyoruz…
O kadar seviyor, o kadar istiyoruz ki; ahlak ölçülerimizi güncelleyebiliyoruz sahip olabilmek uğruna.
Yalan… Dolan… İftira…
Erdemler fora!
*
Koltuğu çok seviyoruz; ne kadar büyük, o kadar vazgeçilmez!
Hele bir de ceylan derisi olma ihtimali varsa gözümüz dönüyor adeta!
Hiçkimse, hiçbir şey tanımıyoruz makam, mevki, ünvan merdivenlerini tırmanırken.
Tırmandığımız o yeri korumak için göze alabileceklerimiz daha da fazla; rüşvet, şantaj… Kan dondurucu bir hırsın esiri oluyoruz.
*
Ömrümüzün önemli bir bölümünü "güzel bir ev"e sahip olmak için çalışarak harcıyoruz.
Yazlık da istiyoruz…
Ulaşım değil tatmin aracı arabalarımız; zevklerimizi değil paramızı, gücümüzü, statümüzü yarıştırıyoruz markalar, modeller, motorlarla…
*
Dolar ve Euro hareketlerine dair her şeyi biliyoruz; dakika dakika takip ediyoruz seyirlerini…
Keza borsa…
Altın görünce gözlerimizdeki ışıltı bin metre öteden fark ediliyor; yastığımızın altındaysa eğer çil çil parlıyoruz biz de onunla!
*
Vur patlasın, çal oynasın…
Eğlenmeye bayılıyoruz. En acı günlerde bile "mahalle yanarken" istemsizce kaptırıyoruz kendimizi bazen; yasın ortasında sallıyor, kıvırıyor, dökülecek kurt bırakmıyoruz bünyede…
Cenazeye nazır halaya duruyoruz.
Velhasıl, yaşamayı seviyoruz.
Hiç ölmeyecekmişçesine!
*
Hayat eşittir menfaat değil elbette;
Çocuklarımızı seviyoruz, saçlarının teline zarar gelse o zararı getirenin vay haline…
Aşık oluyoruz. Kara sevdalara tutuluyoruz.
Börtü böceğin peşinde gitmediğimiz yer kalmıyor bazen…
Karnımızı zor doyururken, sokağın kedilerine, köpeklerine poşet poşet mama taşıyoruz…
Yanan ormanlara ağlıyoruz…
Kirlenen havaya, suya…
Kuruyan derelere…
Hiçbirinden vazgeçemiyoruz, vazgeçmemizin teklif edilmesine tahammül edemiyoruz.
*
Çıkmayacağını bile bile "piyango" biletine yatırıyoruz cebimizdeki son parayı; çünkü en yok dediğimiz anda bile var bir hayalimiz, umudumuz, umduğumuz.
*
Düzce merkezli son depremden sonra en çok bunun cevabını aradım:
Yaşamayı hem bu kadar sevip, fani dünyaya adeta zamk gibi yapışmaya çalışıp hem de bu kadar kolay gözden çıkarabiliyor, riske atabiliyor olmak çok saçma değil mi?
Akılsızca.
Tutarsız.
*
Biliyoruz ki Türkiye''nin birçok bölgesi, en çok da İstanbul ve çevresi, büyük, yıkıcı, öldürücü depremlere gebe…
Biliyoruz ki bir gece, bir sabah, bir gün ortası ansızın gelecek.
Ve geldiğinde ne evlerimiz kalacak, ne koltuklarımız, ne yazlıklarımız, arabalarımız…
Son model telefonlarımız da, televizyonlarımız da, bilgisayarlarımız da, masamız, sandalyemiz, aile albümlerimize kadar bütün geçmişiz de enkaz olacak…
*
Ne zaman geleceği gibi nerede yakalanacağımıza dair de hiçbir garanti yok elimizde; parklarda sabahlayan bir garibandan Cumhurbaşkanına kadar; hiçbirimizin üstelik de…
Ne çelik yeleklerin, ne zırhlı araçların, ne koruma ordularının kurtarabileceği bir şey bu afet.
Bir ormanda piknik yaparken de yakalanabiliriz ama köprüden geçerken de mesela…
Bütün teknik gerekleri yerine getirilmiş, raylı bir gökdelende de yakalanabiliriz, hepsi birbirinden riskli binalardan oluşan bir mahallede, "seçim" belasına yer sofrasında iftar açarken de mesela!
Malzemeden çalınmış bir kamu binasında da yakalanabiliriz…
Çökme tehlikesi yaşayan bir viyadükte, tüneldede…
Denizin, derenin doldurulduğu bir tekinsiz zeminde de…
*
O gün geldiğinde sahip olmak için ömür tükettiğimiz ne varsa üzerimize yıkılacağını, altında kalacağımızı bile bile, kaybetmemek için her şeyi yapabileceğimiz ne varsa hepsini kaybetmeye mahkumuz…
Çünkü ön şartı "yaşıyor olmak" olan işlerle meşgulüz…
Ama "yaşıyor olabilmek" için hiçbir şey yapmıyoruz!
*
Korkusu tazeyken konuşun bakalım;
Fay hatları nereden geçiyor, en riskli bölgeler nereler, güçlendirilmemiş kaç bina var, deprem sigortası farkındalığı ne alemde…
Üç gün sonra unutmak üzere…