“Encâmı fenâdır bu gidişin...”
Başbakan her nerede olursa olsun aynı konuşmayı yapıyor ve sosyal medyada yayınlanan kasetlerden bahsederken öfkeyle bağırıyor:
“Alçakça dinlemişler...”
Başbakanın âsâbı bozuk, def gibi gergin, öfkeli, kinli...
“Selâmu aleyküm, aleyküm selam. İnsanların günlük konuşmalarını hukuksuzca dinlemişler” diyor.
“Sizde vicdan yok mu?” diye soruyor...
İki lâfının başında, yayınlanan ses kayıtlarının hukuksuzluğundan bahsediyor...
“Kaset biriktirmişler, siyâsî partileri dizayn etmişler, genel başkanları değiştirmişler” diye feverân ediyor...
Aynı Başbakan, Deniz Baykal’ın malûm kaseti yayınlandığında, 4 Mayıs 2011’de yaptığı konuşmada, “Eline, diline, beline sahip ol, hanım kardeşlerimden özür diliyorum ama bundan önceki beline sahip olmadı, gitti, bu özel değil genel ahlâktır” diyordu...
Aynı Başbakan, Ümraniye sanıklarının ses kayıtları veya bilgisayarlarından çıkan ‘şâibeli’ kayıtlarla ilgili bir kez bile hukuksuz dinlemeden yakınmıyordu...
Aynı Başbakan, Ümraniye sanıklarıyla ilgili tek bir kez bile herhangi bir adlî tıp raporuna atıf yaparak bir hukuksuzluğu dillendirmiyordu...
Oysa aynı Başbakan, Gezi Parkı protestolarının toplumsal bir muhalefete dönüştüğü günlerde ortaya attığı, “Kabataş’ta başörtülü bacımıza saldırdılar” iddiasının yayınlanan kamera kayıtlarıyla yalanlandığından beri adlî tıp raporunun tek başına yeterli olduğunu anlatıyor ve “O raporu nerenize koyacaksınız?” diye soruyor...
Alçakça dinlemişler, hukuksuzca dinlemişler...
Peki, alçakça ve hukuksuzca dinlenerek yayınlanan konuşmaların içeriğini hiç konuşamayacak mıyız?
Alçakça ve hukuksuzca dinlenerek yayınlanan konuşmaların içeriğinden yayılan yolsuzlukları hiç konuşamayacak mıyız?
Kabataş’taki kadının vücûdunun neresinde olduğuna bile bir türlü karar verilemeyen 1.5 cm’lik morluklarla ilgili alınan bir adlî tıp raporu, tek başına hüküm vermeye yetiyor da savcıların ‘hukuka uygun’ olarak yaptığı dinlemelerden ülkeye yayılan soygunun, yolsuzluğun, talanın en ufak bir gerçeklik payı yok mudur?
“Bu milletin...” diye başlayarak millete küfreden iş adamı ‘saygın ve hayırsever’ oluyor da Başbakan’ın gözünde, evinin balkonundan ‘ayakkabı kutusu’ gösterdiği için gözaltına alınan bir vatandaş neden saygın olmuyor?
Başbakan’ın oğlunun vakfına büyük servetler yatıran ‘hayırsever iş adamları’nın son on yılda başka hangi vakfa veya vakıflara hangi miktarda ‘hayır’ ve ‘bağış’ yaptığı ya da yapmadığı neden sorgulanamıyor? Eğer başka bir vakfa veya başka vakıflara yardım ve bağış yapmadıysa bu iş adamları, Başbakan’ın oğluna ait vakfın hangi özelliğinin devâsa bağışlar için cezp edici olduğu neden sorulamıyor?
Urla’daki villaların kendisine veya ailesine ait olmadığını söylüyor Başbakan, kızının bahse konu villaların tuvaletine kadar düzenleme isteklerinin yer aldığı ses kayıtlarının neden hiçbir hukukî yaptırımı olamıyor?
Kurduğu vakıfta hayır işleriyle meşgul olduğu söylenen Başbakan’ın oğlunun, iş adamlarıyla yaptığı telefon görüşmelerindeki iş takiplerini neden hiçbir savcı sorgulayamıyor?
Neden?
İnterneti yasaklayarak, MİT kanununu değiştirip MİT’e operasyon yetkisi vererek, HSYK’yı yeniden dizayn ederek, binlerce polisi ve 17 Aralık savcılarını görevlerinden alarak, ‘Alo Fatih’ hattıyla medyaya ayar vererek, alt yazılara bile müdahale ederek nasıl bir demokrasi inşâ ediyor Başbakan, model ülkesi İran ya da Çin midir?
Sandıktan diktatör çıkar mı?
Seçilmiş bir diktatör olur mu?
Demokrasinin içinden dikta rejimi çıkar mı?
Pek mümkün değilmiş gibi geliyor kulağa...
Fakat gerçek bu değil...
Türkiye tam bir diktatörlüğe doğru yol alıyor...
Bu diktatörlüğün mihenk ve ahlâk noktası Kabataş’tır...
Kabataş’ta başörtülü bir kadına ve altı aylık bebeğine yapıldığı bizzat Başbakan tarafından söylenen saldırının aslının olmadığı yayınlanan görüntülerle alenen ortaya çıkmıştır...
O görüntülerle ortaya çıkan yalnızca Kabataş saldırısının gerçek olmadığı değil, “Reyhanlı’da ölen vatandaşlarımızın hepsi Sünniydi” diyebilen bu ülkenin Başbakan’ının, başörtüsü üzerinden sağlayabileceğini düşündüğü bir mağdûriyet siyâseti ve politik sebeplerle ülkeyi nereye sürükleyebileceği potansiyelinin açığa çıkmasıdır ve asıl büyük tehlike bu potansiyeldir...
İşte 30 Mart’ta sandıkta oylanacak olan, bu tehlikenin bertarâf edilip edilemeyeceğidir...
Senelerdir ısrarla yazıyorum, bir kez daha tekrarlayayım; tek parti CHP dönemini mumla aratacak bir iktidar yönetiyor ülkeyi ve demokrasi her geçen gün rafa kalkıyor...
Şâirin dediği gibi:
“Encâmı fenâdır bu gidişin...”