En zor savaş...
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi yazılı tabela göründüğünde buraya ilk gelişimi hatırladım.
Sene 2008... 1. Ümraniye Davası’nı izlemekle görevliyiz; hani derler ya “buralar hep dutluktu”!
Aradan geçen 4 yıl, 2. Ümraniye, 1., 2., 3. Balyoz, Kafes, Poyrazköy, Odatv, İrtica ile Mücadele, İnternet Andıcı, Şike, KCK gibi yığınla dava, binlerce sanık, yüzlerce gazeteci ve belki onbinlerce izleyiciden sonra görmezden gelinemeyecek bir gelişme/genişleme var mekanda! “En büyük” adalet sarayları şehrine yaraşır “en büyük” mahkeme salonlarının inşasına başlanmış. Mütevazi kantin/büfelerin yerini kafetaryalar, lokantalar almış; “müşteri” beklentisi yüksek demek ki!
Dikenli teller ve yüksek duvarlarla çevrili alanın içi “uydu ceza kenti”ne dönüşürken, dışarıda da bir “çadırkent” oluşturulmuş.
***
Değişim sadece “şeklen” yaşanmamış Silivri’de;
ilk günlerdeki o “yardırgama” hali gitmiş. Hiçbir hukuk devletinde karşılaşılamayacak garabet uygulamalar normalleşmiş! İnsanlar burada görecekleri hiçbir şeye “şaşırmamayı öğrenmiş”; reflekslerin zayıflamasına yol açabilecek bu benimseme hali tedirgin edici. Bu durum “kanıksamak” gibi -direnç törpüleyici- niteliği de bulunan bir eşiğe gelindiğinin habercisi. Nitekim “yeni medya düzeni”nin değer yargılarına göre sansasyonel yahut maganizel bir gündem olmadıkça ne gelen var, ne giden buraya!
O kadar ki; sadece işini yapan, gördüğünü, duyduğunu çarpıtmadan kamuoyuna aktarmaya çalışan bir gazeteci, fazladan kabiliyet, fazladan cesaret gerektiren “olağanüstü” bir şey yapıyormuş gibi karşılanıyor... Nefis bu, insan o an elbette hoşlanıyor ama düşününce gazetecilik adına utandıran bir ilgi bu! Yapılması gerekeni yaptığımız için niye yere göğe koyulamayalım ki; her gün ekmeğini tarifine uygun pişiren fırıncıyı omuzlarımızda mı taşıyoruz?!
Albay Cemal Temizöz, Albay Mustafa Önsel, Orgeneral Bilgin Balanlı, Emekli Korgeneral Engin Alan, Tuğgeneral Hakan Akkoç, Kurmay Yarbay Mustafa Yuvanç, o an isimleriyle resimlerini örtüştüremediğim daha bir sürü subay... Sesimizi erdirebildiğimizce konuşmaya çalıştık. Hiç kolay değil; arada bariyerler ve aşmamanız gereken bir mesafe, başınıza sarkıtılmış ve kesintisiz kayıt halindeki aygıtlar, karşınızda onca aydır içinde biriktirdiklerini paylaşmak isteyen birçok insan ve elinizde sadece birkaç dakikalık zaman var. Sesler, sözler birbirine karışıyor. Bu yüzden gözleri okumaya çalıştım; içinde bulundukları hali kabullenemedikleri belliydi. Ve bence hiçbiri aslında orada değildi; kimi bir dağ başında, kimi jetiyle bulutların üstünde, kimi hırçın dalgalar arasında, kimi karargahta; “savaş” halindeydi ruhları.
Kaldı ki, sanıkların yüzüne bakma tenezzülünü pek az gösteren Mahkeme Heyeti’nin bedenen evet ama zihnen ne kadar orada olduğu pekala tartışılabilirdi.
***
Hayranlıkla izledim tutuklu askerlerin çocuklarını. Onlar da babaları gibi cephede gibiydi. Her biri “gözyaşları”na “yenilmemek” için direndi An geldi, duyguları söz dinlemedi. İmdatlarına maske niyetine kullandıkları elleri, saçları yetişti. Babaları onları “güçlü” görmeliydi. Her gözgöze gelişlerinde karşılıklı hasret dolu öpücükler gönderildi.
Ve tutuklu eşleri. Arada sohbet ederken biri itiraf etti:
“Bir allık, bir kalem, bir rujla kapatmaya çalışıyoruz çektiğimiz eziyeti...”
Ha bir de salonda görevli Jandarma erlerin içinden geçenler meraklandırdı beni. “Vatani görev” adı altında sadece askeri anlamda değil hukuken de savunmasız bırakılmış komutanlarının yargılanamayışına nezaret ederken acaba neler hissediyorlardı?
***
Dava son savunmaların alınması safhasındaydı. Ama deliller değerlendirilmeden, avukatsız olarak gelinen bu safhada çoğu savunma yapmayı reddetti. Kimi “Onlarca asker şehit düşerken ben hapiste yatmışım hiç de çok değil” dedi, kimi böyle bir yargılamadaki “darbeci” yaftasını “masumiyet madalyası” saydığını söyledi. “Türkiye’nin uçan gardiyanlıkla suçlanan ilk vatandaşı olarak yargılanıyorum” diyen Yarbay Süleyman Namık Kurşuncu’nun son sözleri bütün olan bitenin özeti gibiydi:
“Balyoz Davası doğaüstü bir davadır. Yerçekimi kanunu tanımaz....Zamanda yolculuk imkanı vardır... İddia ve mütalaa işlenemez bir suça yöneliktir.”
***
CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk ile MHP Tekirdağ Milletvekili Bülent Belen de duruşma salonundaydı. “Feryat” diye tanımladı Köktürk “savunma”ları. Bu feryadın yöneldiği kulakların da, vicdanların da sağır olduğunu vurguladı.
Tam modern hukukun temel ilkelerinin sanığı cezalandırmak değil maddi gerçeğe ulaşmak olduğunu, şüphenin sanık lehine kullanılması gerektiğini konuşuyorduk ki, tepemizde sallanan mikrofonlara takıldık. Sanığın “özel” olması gereken avukatıyla görüşme hakkının dahi mahkeme salonunun tavanından sarkan mikrofonlarla gasp edildiği bir ortamda bulunduğumuzu hatırlayınca acı acı gülümsedi Köktürk:
“Temel ilkeler bile yer değiştirmiş. Masumiyet karinesi değil suçluluk karinesi söz konusu.”
Davanın ertelendiği 21 Eylül’de sözde “karar duruşması” nın yapılmasını bekleniyor ama, aynı zamanda hukukçu da olan Köktürk kaygılı:
“Savunmalarla, raporlarla ortaya konan binlerce çelişki varken karar nasıl çıkacak merak ediyorum. Onları bu kadar süre, haksız bir şekilde içeride tutan irade nasıl “özgür-rahat” karar verebilecek? Bu “iyi niyetli hakimler için bile(!)” öyle zor ki...”
Selcan Taşcı
Hayırdır
bu ne telaş!
Son üç-beş günün Hürriyet’lerini koyun önünüze;
Bizim buralarda her şey yolunda, devletimiz memleketin her karışına hakim, evlatlarımızı şehit eden teröristleri tek tek haklıyoruz, milletimizden moral fışkırıyor zerre sarsılma yok inançlarında ammaaaa şu İran var ya; bütün kötülüklerin anası orada!
Bak İsrail de uyardı; geliyor birkaç ay içinde nükleer bomba!
PKK’lılarla sıkı fıkı olmuş ajanları cirit atıyor Iğdır’da!
Hem bu nasıl “komşu” Allah aşkına; hadi ABD kıyılarına savaş gemisi ile dayanma ütopyanı anladık da, Suriye’den tehdit yağarken, bir de ne o imalı imalı “ABD üslerini vururuz” gözdağları!
Belli ki hedefi Malatya!
İyi ki NATO var da “Türkiye’yi savunma” sözü verdi bu zalimler, cellatlar, diktatörler karşısında!
Gün gün, manşet manşet, satır arası satır arası bu senaryoyu kazıyor toplumsal hafızaya!
Ve hemen bu algı operasyonunun sonrasında kocaman bir “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarız” haberi okuyoruz birinci
sayfada:
Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK unsurlarına yönelik hava harekâtlarını ABD’ye bildirme dönemi sona ermiş de... Türkiye o günden bu yana, terörle mücadelede meşru müdafaa kapsamında kafasına göre kimselere hesap vermeden sınır ötesi harekat yapıyormuş da... Kuzey Irak yönetimine, “Ya mücadeleyi sen yap ya da operasyonlar bundan sonra istediğimiz şekilde ve istediğimiz oranda sürecek” ayarı veriliyormuş da...
Belli, “Zıpla be koçum kim tutar seni” gazıyla kotarılan yeni bir “görev” üstlenmiş birileri...
Makamını miğferini kuşanmış Tansu Çiller’e terk etmediyse eğer sormadan olmaz:
Hayırdır Enis Bey, Seferberlik Daire Başkanlığı’na mı getirildin yoksa!
Selcan Taşcı
Gazeteciliğin bittiği yer...
Sayın Başbakan’a önce şunu belirteyim, AKP diye yazmamda bir kasıt yoktur. Yazımın başlığı tek satır olsun diye öyle yazdım.
Taha Akyol / Hürriyet
Başbakan buna da “kaleminden pislik akanların işi” der mi!
BOP hâlâ var ve Türkiye hedef
Kim ne derse desin, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) uygulamada. Projenin ana hedefi bütün Ortadoğu’da “İsrail’den daha etkin ve daha güçlü halkı Müslüman bir ülke bırakmamak.” Irak’tan başlandı, Suriye üzerinden gidiliyor, sıra İran ve Türkiye’ye gelecek. Bu, siyah, beyaz, sarı inek hikayesidir. Projenin ilk aşaması “yumuşak güç” kullanarak köklü siyasi ve toplumsal değişiklikler sağlamaktı. Colin Powell, 2004 yılında Fas’ta şöyle demişti: “BOP Projesi’ne giren ülkelerdeki değişimi dışarıdan empoze etmeyeceğiz. Bunu ülkelerin sosyal, ekonomik alanda ilerlemeleri ile beraber kendi içinden başlatacağız, siyasi ve ekonomik reformlarını gelişmiş ülkelerle el ele gerçekleştirmelerini sağlayacağız; halklarını cesaretlendireceğiz!”
“Yumuşak güç” le yürümediği zaman -geç kalmamak için- başvurulacak yöntem “yaratıcı kaos” yoluyla bütün taşları yerinden oynatmak, bölge ülkelerini hallaç pamuğu gibi atmak. Irak’ın başına gelenlere bakın, üç parçaya bölünmekle kalmadı, İslam medeniyetinin ana merkezi darmadağın oldu, altyapısı çöktü, etnik ve mezhep grupları birbirine hasım hale getirildi. Şam ve diğerleri de aynı yolda. Hatırlayalım, Rice açıkça “22 İslam ülkesinde siyasi haritaların ve rejimlerin değişeceği” ni söylemiş, bu ülkelerin arasında Türkiye’yi de saymıştı. (...) Yazık ki Kürt meselesi ve Suriye olayında Türkiye ve AK Parti hükümeti tuzağa düşürüldü.
(...)
Müslümanlar birbirini boğazlıyor. Denecek ki, Müslümanlık çatışmaları durduramıyor, birleştiremiyor. Hayır bu Müslümanlığın değil, Müslümanların suçu ve günahı. Dinini ciddiye alan Müslümanlar birbiriyle savaşmanın; etnik köken veya mezhep adına husumet besleyip nefret dili üretmenin haram olduğunu bilirler.
Ali Bulaç / Zaman
2023’te nereyi
yöneteceksiniz?
Bizim dincilerin ‘Ulu Hakan Abdülhamit Han’ diye övdükleri Padişah 2. Abdülhamit zamanında Osmanlı İmparatorluğu parça parça edildi. Bu gerçeği gizlemek için Abdülhamit Han; sıkı bir dincilik politikası uyguladı. Üstüne de sansür ve koyu bir baskı getirdi.
Bu zulme uğrayanlardan birisi de Şair Eşref idi. Dönemi bir dörtlükte çok güzel biçimde şöyle dile getirmişti: ’’Padişahım, bir dırahta (ağaca) döndü kim (ki) guya vatan / Daima bir baltadan bir şahi (dalı) hal’ (uzak) kalmıyor (Şu ülkenin her gün bir balta ile bir dalı kesiliyor) / Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi, / Gitgide zulmetmeğe elde ahali kalmıyor.’
Bugüne uygularsak: Padişahım; 2023 planları yapmak iyi de 2023’te yöneteceğiniz bir Türkiye kalacak mı?
Rıza Zelyut / Güneş
Belki de 4 kuvvet
komutanı istifa eder
PKK yandaşları ölülerini taşıyan zırhlı askeri aracın önüne “PKK bayrağı” astılar. Güvenlik güçleri “müdahale etmeye çekinince” PKK bayrağı uzun süre ordunun askeri aracının önünde asılı kaldı. Türkiye de bunu seyretti. (...) Orduyu bu duruma hangi “kurmay akıl” düşürdü. Bu kurmay akılın bu tabloya gelinmesini önlemek için elini kimler nasıl tuttu?
Orduyu onlar yönetiyorlar.
4 kuvvet komutanı. 1 Genel Kurmay Başkanı. Bu tabloyu izah ederler. Belki de istifa ederler.
Necati Doğru / Sözcü
AKP çözüyor
Başbakan Tayyip Erdoğan dün partisinin genişletilmiş grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Son yıllarda terör örgütü doğrudan AK Parti’yi hedef seçti. Çünkü AK Parti çözüyor” dedi (...) Peki, terör çözülmediğine göre, çözülen ne? Türkiye Cumhuriyeti! Ne yazık ki Başbakan haklı: Çünkü AKP, gerçekten çözüyor!
Mustafa Mutlu / Vatan
Derin çizgiler
RTE, Suriye’de girdiği çıkmaz çetrefilleştikçe, PKK saldırdıkça otoriterleşiyor, sinirleri tepe yapıyor. 10 yıl önceki RTE’nin fiziği ile bugünü karşılaştırın, bunu sadece yaşlanmanın sonucu olarak nitelendiremezsiniz. Derinleşen yüz, göz, alın çizgileri, uzlaşmaz ve giderek otoriterleşen bir insanın tasviridir.
Orhan Bursalı / Cumhuriyet
Cin Ali istifa
Daha önceki ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan 34 yıllık emeğine rağmen üst üste iki kopya olayı patlayınca istifa etti. Ali Demir döneminde iki yılda en az 9 skandal patladı. Hazret oralı değil. Yoksa görevi ÖSYM’yi hile merkezi haline mi getirmekti. Öyleye benziyor da...
Melih Aşık / Milliyet
İffet dersi
Adli yıl’ı beş yıldızlı otel’de açtıkları gün... Hâkim’lik savcı’lık sınavı sorularının araklandığı ortaya çıktı sayın seyirciler! (...) Makara bi yana... Eğitime dair rezaletlerin peşpeşe ayyuka çıktığı, ahlaksızlığın daniskasının yaşandığı ülkede, dört artı dört dört’lük müfredata “iffet dersi” koymuşlar iyi mi!
Yılmaz Özdil / Hürriyet
PKK sözcüsü
...artık mutasyona uğrayan ve PKK’nın sözcüsü konumuna gelen Taraf’tan ayrılmak bir kayıp değil asla...
Elif Çakır / Star
Majestelerinin muhalefeti
Her iktidarın hayali, uysal muhalefet olabilir. Ama fazla uysal olunca da, Soylu ve Kurtulmuş örneğinde görüldüğü gibi, iktidar potasında eriyiveriyorsunuz. Her rejimde iktidar mevcuttur. Ama sadece demokrasilerde muhalefet partileri ve muhalif basın var. Muhalefet, iktidar partisinin meşruiyetinin de teminatıdır.
Nazlı Ilıcak / Sabah