Elini öpmüyorsan iktidarı terk et!
Türkiye’nin Tahrir’ini meydanlarda arayanlar bu satırlara dikkat etsin
Elini öpmüyorsan iktidarı terk et!
Nihayetinde devrilen Arap liderleri için de hikaye böyle değil miydi:
Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin! Biçtiğimiz rolü oynamayacaksan, her Allah’ın günü köşelerce yazdığımız replik dururken “dilim sürçtü” deyip “doğaçlama” takılacaksan buraya kadar arkadaş! Ya “biat” edersin ya “bedelini” ödersin; yok öyle “nasılsa oldum ben” deyip “paylaşmayı” reddetmek!
***
Kapitalizm imparatorluğunun başındaki “füme renkli küresel CEO”nun mesajları “facebook”la, “twitter”la aktarıldı muhatabına. Küresel mürşidinkiler de haliyle kitabına uygun olarak menkıbeler, rivayetlerle ulaşacak adresine. Günlük gazetelerden birinin içinde ücretsiz dağıtılan haftalık dergi pek becerikli bu “elçilik” işinde. İki sayı önce mürid-mürşid ilişkisini tarif bahanesiyle “el öpmeye” çağırmıştı iktidarın başını. Mürit olmayanların “gazaba uğrayanların yolu”nda sayılayacağından bahisle, “sertlikten - fesatlıktan” ancak “biat”la arınabileceklerini anlatmış, “devlet reisi bile olsan mürşidinin elini öpmeye mecbursun” demişti...
Ya öpmezse! Ve “mürit” olması beklenen kişiyle “mürşid” arasında ipler koparsa!
***
Aynı dergi dün böyle durumlarda yapılması gerekeni bildirdi:
“İktidarı terk!”
“Nefsin kendisini herşeyin üstünde görmesi ruhun intiharıdır”, “İnsan vav şeklinde doğar birara doğrulunca kendini elif sanır” biçimindeki maneviyatı yüksek ikazlar eşliğinde, tarihten örneklerle bir alladı pulladı ki bu işi; okuyanın neredeyse “Ben niye bir Alaaddin Paşa, bir II. Murat olmayayım ki” deyip sahip olduğu ne varsa feragat ediveresi geliyordu hani!
Hele de “Şeyh Edebali” üzerinden geliştirilmiş bir kendini “ecdadla bir kılma” söylemi varsa dilde; gel de şu tarihi hadiseden etkilenme!
“Alaaddin Paşa, Şeyh Edebali’nin torunu, Osman Gazi’nin oğlu, Orhan Gazi’nin ise kardeşi. Osman Gazi 69 yaşında gözlerini yumduğunda tahta kimin geçeceği merak konusu olur. (...) Kroniklerde geçen bilgilere göre; babalarının vefatından sonra devletin istikbali adına karar vermek için iki kardeş biraraya gelir...”
Ve bakın Alaaddin Orhan’a ve “ikbal için haysiyetini feda etmiş muhterislere” nasıl “tokatvari bir cevap” verir: “Kardeş! Merhum babamızın duası ve himmeti seninledir. Çünkü sağlığında, kendi askerlerini senin yanına verdi. Şimdi çobanlık senin hakkın ve görevi de sana düşer..”
Bu tarihi sayfanın tam da “The Başkan kim olacak” tartışmasının ortasında ve “The Başkan adayı”nın “elimi öpmeye mecbursun” emrine uymaması üzerine açılmış olması tesadüf olabilir mi!
Yoksa...
Erdoğan’a “askerim de, duam da, himmetim de seninle değil, gel Orhan olmaya çalışma; Alladdin gibi kenara çekil” demeye mi getiriyor birileri!
+++
Kapakta renkli üç eteği, kemeri, saçının önünü açıkta bırakan oyalı çemberiyle klasik Türkmen kadını, mutlu sayılmaz ifadesi. Biraz bezgin ve sanki biraz da kederli... Omzunun üzerine bindirilen şu başlık “yük” gibi: “Gelenekler ne kadar bağlayıcı?”
Yazıda Orta Asya’dan günümüze kadar uzanmış bir çok düğün, yas ve cenaze adeti, toplumun cahil bırakılan kesimlerince yozlaştırılmış ve kimsenin onay vermeyeceği şekle bürünmüş başka uygulamalarla “bir” tutuluyor ve “dinde yeri yoksa, topluma mutsuzluk getiren ve insanların sadece ’elalem ne der kaygısıyla katlandığı’ bu ’gelenek, görenek, örf’leri sürdürmek niye” biçiminde bir soru işareti yaratılıyor! Bir yandan “ılımlılaştırma” adı altında dinin içini boşaltılırken, İslam ayetlerden, hadislerden, peygamberinden uzaklaştırılırken diğer yandan “dinde yeri yok” diyerek toplumu binlerce yıllık Türk kültürünün hazine değerindeki mirasını redde çağırıyorlar. “Devlet reisi”nin biat etmesi yetmez çünkü “millet” de “müritleşsin” istiyorlar! “Arap Baharı”nın bu ülkeye tezahürünü merak edenler buyursunlar; işte “Yeni Türkiye”nin “Yeni Bahar”ı...
+++
Türk isen yalnızsın...
Derme çatma, görülmez, işitilmez, gidilmez bir yerde değil şehrin göbeğindeydiler; binlerce insan tribünleri bayram yerine (hadi alerjisi tutmasın yine bazılarının “festival yeri”ne diyelim) çevirdiler. AKP’nin stadyum gösterisine methiyeler düzenler, yayınlarını kesip canlı bağlantıya geçenler, manşetten verenler kör, sağır, dilsiz...
Bu ülkenin en köklü üniversitelerinin, bilime ömür adamış akademisyenleri tarafından kurulan ve yönetilen (Ötücü ve Uçucu Kuşları Sevenler Derneği(!) ayarında sanılmasın diye belirtiyorum) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın bu yıl 18.sini düzenlediği Türk Dünyası Çocuk Şöleni dün İnönü Stadı’nda yapıldı... Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkmenistan, Tataristan, Saha (Yakutistan), Altay, Şor, Dağıstan, Balkar, Nogay, Karaçay, Kumuk, Kalmuk, Kırım, Gagauz Yeri; Bulgaristan, Kuman, Makedonya, Kosova, İran, Sureyi, Irak, Batı Trakya, Doğu Türkistan, Afganistan ve Ahıska’dan 42 grup, yüzlerce çocuk; yıllar hatta yüzyıllar boyu aralarına giren sınırları, duvarları, rejimleri, savaşları, göçleri, işkenceleri, işgalleri, yoklukları, hasreti aşıp biraraya gelmişti; ki bu devletlerinin, toplumlarının liderlerinin dahi beceremediği şeydi. ( AKP’li bakanlardan, vekillerden, danışmanlardan daha sık Başbakan’la aynı karede gördüğümüz, Ugandalı bir oğlanın Gesi Bağları söyleyişini, yahut Mozambikli bir kızın Sakarya şiirini okuyuşunu izlemek üzere başköşeye kurulan İstanbul Valisi de o liderlerin izinde olmalı ki İnönü Stadı’na gelmeye tenezzül etmedi ve yardımcısı Mustafa Gürhan’ı gönderdi!)
Onca televizyon kanalı içinde, bu muazzam olayı, bizim görebildiğimiz bir tek TRT AVAZ verdi. Diğerleri sanki dün bu ülkede böyle bir olay hiç yaşanmamış gibiydi. Mesela çevrecilerin sambalı eylemini bile döndürüp döndürüp yayınlayan NTV; İstanbul’un göbeğinde, İnönü Stadı’nda yapılan ve dünyada Türk’ün yaşadığı her yerde karşılığı olan bu etkinliği birkaç dakika olsun göstermedi.
“Nasıl olur” diye isyan edecektim ki aklıma geldi; sahi “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne uzanan coğrafyada hala birer mühür olarak var olan o çocuklar Türk’tü değil mi! Türk isen yalnızsın işte!
Yalnız doğan, yalnız büyüyen ve yalnız olmadıklarını görmek/hissetmek için Türkiye’ye gelen o çocuklara da uyguladınız ya kronik kompleks perdenizi; hepinize yazıklar olsun!
+++
Mâûn Suresi ihlalcilerini yazdı
Türkiye’yi kemiriyorlar
Türkiye’de artık israfın başını ‘din-iman’ edebiyatıyla öne çıkan ve servetinin büyük kısmı Mâûn ihlalleriyle oluşan ‘modern dinci takım’ çekmektedir.
İsraf zümreleri içinde devlet de önemli bir yer tutmaktadır. (...) Bürokrasideki israfın utanmazlık boyutu, insaf ve insanlık sınırlarını delip geçmiştir. Birbirine riyakarlık olsun diye Cuma namazlarında buluşan nice ‘dindar bürokrat’(!) gazetelerin satın alımını, çocuklarının okula gidiş gelişlerini devletin Mercedesleriyle yapmakta hiçbir sakınca görmemektedir.
“Yarın akşamki yemek için arzu buyurduğunuz şarap elimizde yok, dışarıda da bulduramadık” diyen görevliye, “Canım ne diye işi zora sokuyorsunuz, özel uçağı hemen Paris’e gönderin, elçiliğe de bilgi verin, şaraptan birkaç kasa alıp hazırlasınlar; uçak alıp geri gelsin” diyen başbakanlarımız olmuştur.
TRT’den 12 bin
kişiye maaş
Dış ülkelerde 5 bin civarında bürokratımız mevcut. Bunların %90’ı yabancı dil bilmemektedir, % 80’i gittikleri yerlerde hiçbir iş yapmamaktadır. Kamran İnan, “Türkiye Gerçeği” adlı kitabında şu satırlarla yakınıyor:
“İki trilyon dolarlık yıllık bütçesi olan Amerika, 40 milyon dolar tasarruf etmek için dışarıdaki 30 temsilciliğini kapatırken, Dışişlerimiz hiçbir Türk’ün bulunmadığı yerlerde başkonsolosluklar, birer milyonluk Baltık memleketlerinde büyükelçilikler, daimi delegelikler açıyor. Hazine ve dış ticaret müsteşarlıkları dışarıya müşavir tayininde yarışıyor...”
“1980 öncesinin iki meclisli TBMM’sinde toplam 650 personel vardı. Bugünkü tek meclisli TBMM’de 5.500 personel var. TRT’den 12 bin küsur personel maaş alıyor. Bunların yarısı yapacak iş ve oturacak yer olmadığından büroya uğramıyor... Sayıları binleri bulan müşavirler ordusu, evinde oturarak maaş alıyor...”
“Binlerce köyde su, sağlık ocağıklarında ilaç, okullarda sıra yokken Cenevre’de büyükelçiye 4 milyon dolara ev, bakanlara, sefir ve konsoloslara 500’er bin Alman markına iki yüz adet Mercedes makam arabası alındı... Geri kalmış illerimizin vali ve emniyet müdürlerine Mercedesleri en ileri modellerden seçiliyor...”
“İdarede örnek olması gereken başbakanlık ise israfın en kötü örneğidir... Fransa’nın saygın bir başbakanı, şöhreti bozuk bir iş adamından bir milyon frank borç aldığının ortaya çıkması üzerine intihar etmişti. Fransız çalışma bakanı da yazlık ev edinmesindeki yolsuzluk ortaya çıktığında intihar etmişti. Benzeri kıstaslar bizde uygulansa intihar edenlere mezar yetiştirmek zor...”
Böyle tencereye
böyle kapak
Devletteki bu israf son zamanlarda, topluma hakaret boyutuna varan ve aynı zamanda anayasal bir suç olarak değerlendirilmesi de mümkün bulunan davranışlarla önümüze çıkmaktadır.
Aile bireylerinin nikah davetiyelerini devletin uçağıyla dünyaya dağıtmak, yine devlet uçağını kullanarak aile boyu tatiller yapmak, balayına çıkmak, düğün, sünnet, nikah vs. merasimlerini on binlere yaklaşan polis ve istihbarat ordularını kullanarak gerçekleştirmek, bu türden örneklerdir.
Bunları yapanların, bir de dinden, imandan, Peygamber sünnetinden, tarikatlardaki kanaatkarlıktan filan dem vurmaları hem bunların samimiyet kalitesini hem de halkın Allah ile aldatılmaya adeta davetiye çıkardığını gösteren dehşet verici bir ibret tablosudur. Galiba artık “Bunlar nasıl yönetici” demeden önce “Bu ne biçim halk” demek gerekiyor. Böyle tencereye böyle kapak...
Yaşar Nuri Öztürk / Yurt