Elçibey’den Öykü Bey’e...

Rolü, yoluna uyan insanlar vardır. Rolü, milletin yazgısıyla bağlantılı insanlar vardır. Ve bu rol, oyunun süresi ile sınırlı değildir, milletin belleğine öyle bir nakşolunur ki, kuşakları aşar; yazılır sayfa sayfa, söylenir efsane efsane...
Azerbaycan’ın, Türkiye’nin ve Turan Coğrafyasının tarihi için Elçibey işte böyle bir rolü oynadı.
Elçibey için araştırma-inceleme yapıtlar çok yazıldı da, edebî eserler birkaç şiirden öteye gidemedi. Bu da doğaldır, edebiyat öyle seri üretimi kaldırmaz, uzun bir hazırlık ve olgunluk dönemi gerekir.
Afşar Çelik, genç bir öykücü, Eprimiş Öyküler kitabıyla ödül almış bir yazar. Afşar Çelik’e Elçibey’in mücadele arkadaşı Hanım Halilova’nın Töre Devlet Yayınları arasından çıkan kitabını göndermiş İbrahim Metin Bey ve bir eleştiri yazısı istemiş. Afşar Çelik, kitapta kuru bir anlatı olduğunu, oysa oradaki olaylardan en az 7-8 öykü çıkacağını söylemiş. İbrahim Metin Bey de bu ortayı kaçırmamış, hemen girmiş topa “Sen yaz o öyküleri, ben de basacağım” deyivermiş.
Bugün tanıtacağım kitabın öyküsü işte böyle. “Bey’im Aman” adlı kitapta 23 adet öykü var. 23 adet ama öyküler doğrudan ya da dolaylı olarak Elçibey’in hayatı ve mücadelesi ile ilgili. Yani Elçibey’i “Öykü Bey” haline getirmiş Afşar Çelik.
Tanıdığı ilk kahraman olan babasına adamış kitabı Afşar Çelik. Babası merhum Abdurrahman Çelik’le annesi Nevin Hanımefendi, Türkçülüğün yolbaşçısı Atsız Ata’nın yanında yetişmişler. Afşar, bu kitaptaki çizimleri de kendisi yapmış, yetenekleri bununla da bitmiyor; saz çalıyor ve milli oyunlarımızı güzel oynuyor.
Kitaba dönelim. Azerbaycan’ı ve Elçibey’i, Halilova’nın yazdıklarını aşan bir bilgi birikimiyle biliyor Afşar. Azerbaycan Türkçesi’ne hâkim, o Türkçe’yi metne ve diyaloglara ustaca yerleştirip Türkiye Türkçesi ile kucaklaştırmış. Anlatı ile öykü arasındaki fark, bu kitapta açıkça kanıtlanmış oluyor, desem, abartmış olmam. Ayrıca öyküler hem belli bir bütünün parçası, hem de bağımsızlar, yani bir tür öyküler orkestrası gibi. Dil arı, yalın, fakat imgeli ve hikmetli söyleyişlerle de süslü, bu da öyküleri çekici kılıyor. Birkaç örnek verelim bu bağlamda: “Deniz tembelce dalgalanıyordu”, “İnsan en kolay kendini kandırır”, “Çoğu insanın zaafı kibirdi”, “Petrol, iyot ve isyan kokuyordu”, “İki bey, bir suskunluk.”
Bu kitaptan bir sahne var ki, ağlattı beni. Onu aktararak bitireceğim: Elçibey Mısır’da görevli bulunduğu sırada, oraya konferans vermeye gelen Zeki Velidî Togan Hoca’yı, ardındaki KGB ajanlarını da atlatarak dinlemeye koşuyor. Konferans sonrasında yanına gidip konuşuyor uzun uzun. Togan Hoca diyor ki: “Ah Ebulfez! Atatürk’ün kabri Türkiye’dedir ama ruhu, oradan göçeli çok olmuştur. Şunu görüyorum ki onun ruhu sende belirmiş! Çok yaşa sen! O bir gün İtil’den Aras’a özgürce at koşturacağımıza inanıyordu. Ama Türkiye’de bu inanç çoktan unutuldu.”
Ve Elçibey yıllar sonra, Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’ye geliyor. Togan’ın kabrine koşuyor İstanbul’a iner inmez. Gerisini Afşar anlatsın: “Elleriyle kabri temizliyor; mermer mezar taşını, bir eli öper gibi öpüyor, ’ben geldim Togan Hocam, ben geldim... Bak yurduma ben geldim... Yurdumdayım ben, yurdumda...’diyerek hüngür hüngür ağlıyordu.”
Bu kitabı okumanızı gönülden dilerim...

Yazarın Diğer Yazıları