Duy da, inanma!
Bugün seçimlerden, siyasetten konuşmak istemiyor canım. Bugün sizlerle kıyısından köşesinden içinde olduğum yaşanmış bir olayı paylaşacağım.
Üç yıl kadar önceydi.
Bir yaz gecesiydi. Sabah namazına bir saat ya var ya yoktu, balkona çıktım. Gökyüzüne baktım. Ortalık o kadar sakindi ki... Orhan Veli’nin mısralarındaki gibi, “Her şey birdenbire oldu!” Sokağın uzak ucunda bir kadın çığlığı patladı:
“Yetişiiin, beni yaktılar!”
Peş peşe çığlıklar geldi..
Birdenbire uzaklaşan ayak sesleri..
Birdenbire polis sirenleri..
Sokağın iki ucu üniforma kaynamaya
başladı. Ambulanslar geldi-gitti...
O sakin yaz gecesinin o sakin sokağı birdenbire bir aksiyon filminin setine dönmüştü. Kırk, elli dairelik apartmanların yüzlerce ışığı bir bir yanmaya başladı. İnsanlar balkonlara üşüştü. Pencerelerden sarkıp sesin geldiği tarafa, polis araçlarının gittiği tarafa, içinde az önce birileri tarafından yakılan kadını taşıyan ambulansın uzaklaştığı yöne baktılar.
Gazeteciler geldi. Televizyon kameraları geldi. Ortalık sakinleşince..
Sokağa çıkan insanlar oldu.
Kendi aralarında “Kadını fena yakmışlar” diye konuşuyorlardı. Kendi aralarında konuşuyorlardı ama herkes duyuyordu. Ben duydum. Balkondakiler duydu. Bir kadın sabaha karşı bir yerlerden gelmişti. Apartmanın kapısını çalmıştı, kapı açılmış, yüzüne benzin dökülüp kibrit çakılmıştı. Bir kadının bu saate kadar sokakta ne işi olabilirdi ki! Kocası mı yapmıştı? Evlatları mı yapmıştı? Aileden kimin canına tak etmişti!
Bütün bu sorular insanların çoğunun içinden geçti. Şeytan vesvese hortumunu insanların şah damarından kalplerine sarkıttı. Herkesi öyle bir günaha soktu ki, belki de o geceyi kendisi için bayram ilân etti.
***
İşin aslını o günün öğle saatlerine doğru
öğrendik. Benzin dökülerek yüzü yakılan kadın hasta bir akrabasını ziyaret için yurt dışından uçakla gelmişti. Yani sıla-yı rahim için yola düşmüştü. Yanında kocası da vardı. Havaalanından taksi ile şehre gelip akrabalarının oturduğu apartmanın zilini çalmışlardı.
Kapı birdenbire açılmış, içeriden birdenbire çıkan yüzü maskeli iki kişi o canice olayı gerçekleştirip kadının elindeki çantayı kaparak kaçmışlardı. Demek ki böyle bir ziyaretten haberleri vardı, kumpas önceden kurulmuştu. Çantada epeyce bir para ve pasaportlar vardı. Daha sonra çanta ve pasaportlar çevredeki bir çöp bidonunda bulundu.“Sıla-yı rahim!”
Allah’ın Nisa Sûresi 1’inci, Muhammed Sûresi 23’üncü ayetteki emri. Allah Resulü’nün pek çok hadisi şerifle emrettiği sünneti. Sıla-yı rahim o kadar önemli ki, yapmayanın ibadetlerinin kabul edilmeme riski bile var.. Namazın kabul edilmeyebilir. Haccın kabul edilmeyebilir.
Bize ne oldu ki ne olup bittiğini araştırıp öğrenmeden sıla-yı rahim gibi Allah ve Resulünü razı edecek bir fiili binlerce kilometre uzaklığa rağmen hayata geçiren bir insan için gıybeti de aşarak iftira vesilesi yapar hale geldik.
Kalbimiz niye bu kadar kötü?
Vicdanlarımız nasıl bu kadar katran bağladı? Galiba Mehmet Barlas yazmıştı. Batı toplumları ipte yürüyen cambazı, “Ha geçti ha geçecek” diye, doğu toplumları ise, “Ha düştü ha düşecek” diye seyredermiş. Biz hep “kötüyü” düşünüyoruz. Oysa tarihimiz umutlanmamızı haklı kılacak şeref sayfaları ile dolu. Umutsuzluğu yasaklayan bir dine sahibiz. Bizi kimler böyle karamsar yaptı.
***
Sıla-yı rahim yapan o kardeşimizi gecelerin kötü kadını diye dedikodu edenler kendisi ile nerede karşılaşacaklar, nasıl helâlleşecekler?
Gitti namazlar, hac’lar..
Gitti oruçlar, sadakalar..
Hakkını helâl etmezse cümlesi o çığlıkların sahibi mübarek kadının olabilir...
On beş-on altı yıl önce, “Kulakları çok hassas, en ufak bir şeyden bile kuşku duyuyor” duvar yazısını biz işte böyle durumlar için yazmıştık. İnsanlar düşünsün diye; ama çoğu düşünmedi, güldüler. “Acele işe şeytan karışır” diyen atalarımız ne kadar haklı...