Düştüler, haberleri yok!..
Sendikaların sarardığı, bazı dernek ve vakıfların yandaşlık yarışına girdiği günümüzde meslek kuruluşlarımızın hiç birine üye olmuyorum. Ancak başkanlığa geldiği günden bu yana (5 yıldır) gerçek anlamda gazetecilikten taviz vermediği gibi meslektaşlarına da taviz vermeyen Atilla Sertel yüzünden Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye olmaya karar verdim.
Atilla Ağabey ile yollarımız Silivri’de kesişmişti. Onunla abi-kardeş ya da dost olmanın kıvancını sadece ben değil, Soner Yalçın da yaşıyor. Sabah keyifli bir kahvaltı ile Silivri yoluna düştük. 09.30’da, Soner’in 2 yılını geçirdiği hapishaneye bu defa ziyaret için beraberce girdik. Personel son derece kibar ve saygılı. İnfaz memurlarının hepsi eski mesai arkadaşları Soner Yalçın’ı özlemiş. Kıdemli mahpusların yattığı 5 No.lu Cezaevine, kampüs içindeki ring aracı ile ulaştık. İlk konuğumuz Tuncay Özkan... Her zamanki gibi şık.. Saçlarda siyah tel kalmamış. TBMM’de 5 yılı aşan tutukluların tahliyesine ilişkin yasa henüz onaylanmadan uydurulan “hüküm özlü” yasa meselesini açıyor hemen... “Maksat bizi buradan çıkarmamak olunca, cezamız Yargıtay’da onaylanmadığı halde sanki onaylanmış gibi ’hüküm özlü’yü uydurdular. Başından beri hukuksuzluk egemen olunca, hükümlü olmadığımız halde ‘potansiyel hükümlü’ anlamına gelen ‘hüküm özlü’ ile Silivri’den çıkış yok anlamında yönetmenliği icat ettiler” diye başlıyor konuşmaya...
Haklı olarak CHP’ye sitem ediyor. Çelişkilerden arınmadan samimi olunmayacağının altını çiziyor. “CHP Meclis’te sözde hakimlerin özgürlüğü adına mücadele verdi. Bakalım bizim özgürlüğümüz için yumruk yiyecek mi? HSYK için verdiği kavgayı bizim için verecek mi?” sorularını sıralıyor ard arda... Samimiyeti sorguluyor. “Meclis’te yapılacak bir değişiklik samimiyeti ortaya koyar. Ama bir şekilde bizim dışarı çıkmamızı istemiyorlar. Ben Öcalan’dan daha mı değersizim. O çıkacak diye biz mi yatacağız!” diye isyan ediyor.
“Özgürlük birinci önceliktir. Bunun adı af ya da tahliye vs. olur. Önemli olan çıkmak... Eğer Meclis’tekiler bu yargıya çok inanıyorsa o yargıçlara kendilerini emanet edip yargılatsınlar...” derken, Tayyip Erdoğan’ın da, cemaatin de “Silivri’den çıkmasınlar kampanyası” yürüttüğünü belirtiyor.
İçeride yatmak kolay değil... Tahliye umudu olmayan tutuklu kendiliğinden çürür. Tuncay dipdiri... 6. yılını doldurmuş neredeyse. 6 yılda 6 defa koğuş değiştirmiş. 517 gün hücrede tek başına kalmış. Şimdi, Levent Göktaş, Yalçın Küçük ve Aykut Metin Şükre ile beraber.
Koğuş arkadaşı Fatih Hoca’nın tahliye haberine çok sevindiği belli. “Tuncay’ın lezzetsiz yemekleri gitti. Metin’in lezzetli yemekleri geldi” derken Aykut’un bana selamlarını iletiyor. Sağlık durumumu soruyor. Sigarayı terk etmemi telkin ediyor. Soner’in gerekçeli kararının niçin çıkmadığı sorusuna ise: “Gerekçeli kararı ya bitirdiler, ya da seçim sonucunu bekliyorlar. Belki de HSYK’da yeni yapının işaretini bekliyorlar. Ya da Pensilvanya’dan gelecek kararı gözlüyorlar... Sonuçta hukuk yok... Yok hükmündeki kararın gerekçesi de yoktur” diye özetliyor.
Ziyaretine 3 gazeteci gelince Tuncay Özkan özlediği mesleğine getiriyor sözü... “Bu karanlık dönemde gazeteciler olmasa olaylar aydınlanmazdı. Bizim arkadaşlarımızın mücadelesini unutamayız. Kimse küçümsemesin. Bunca baskıya rağmen arslanlar gibi mücadele veren, işini, aşını riske ederek gerçeklerin üzerine gidip, yazarak, konuşarak, haksızlığa baş kaldırarak insanlık onuruna, meslek haysiyetine sahip çıkan arkadaşlarıız oldu. Onların adına da sizi kutluyorum...” diyor.
Koğuş arkadaşları ile diyalogları fıkra gibi anlatıyor Tuncay. Hızını alamıyor. Sanki miting meydanında gibi heyecanla: “Cumhuriyetçilerle karşıtları savaştı. Cumhuriyetçiler kazandı... Biz kazandık... Yedi başlı canavara, yedi düvele karşı mücadele yaptık. BOP eşbaşkanı dahil ABD’yi, yedi başlıyı yendik... Bizi mağlup edemediler.. Biz kazandık” vurgusunu yapıyor.
Yalçın Küçük’ün günde 15 saat aralıksız çalışmasından bahsediyor. Katarakt ameliyatından sonra Hoca coşmuş. İbranice öğreniyormuş. Beş ayrı dilde Kur’an tercümesi için çalışıyormuş. Tuncay bazı gazete ve televizyonları eleştiriyor. Geçmişte görev yaptığı televizyon ve gazetelerdeki çalışmalarından kısa notları paylaşıyor. Özel Kuvvetlerin efsane ismi Levent Göktaş ile sohbetlerinden bahsediyor. Zamanın su gibi akıp gittiğinin farkına varamıyoruz. Oysa sırada Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım, Yalçın Küçük, Ergun Poyraz, Fatih Hilmioğlu, Turan Özlü, Oktay Yıldırım, Hurşit Tolon ve İlker Başbuğ var.
Ayrılığın hüznü çöküyor, plastik masa ve sandalyelerin olduğu görüş salonuna... Yeniden kucaklaşıyoruz... Bir dahakine dışarıda, özgürce buluşma sözü veriyoruz. Kapıdan çıkarken el sallıyor... Ardından “Bademler çiçek açınca geliriz. Ama bu bahar, ama öteki bahar...” diyerek uzaklaşıp, gidiyor... Geride İbrahim Şahin’in Tokat şivesi ile taklidini yaptığı “Yazdın... yazdın gendini getirdin, bizi de getirdin, ohh olsun...” kahkahası kalıyor. Tuncay’ın bir de kızı Nazlıcan’ı anlatırkenki gözlerindeki ışığın parıltısı...
Tuncay çıkıp gidince cezaevinin müdürü geliyor. Soner ile şakalaşıyorlar... Geçtiğimiz hafta eski Dışişleri Bakanlarından Hikmet Çetin’in üniversiteden sınıf arkadaı olan Prof. Dr. Yalçın Küçük’ü ziyaret ettiğini anlatıyor. Geç kaldığı için özür dilemiş Çetin... Bundan böyle daha sık geleceğini belirtmiş. Cezaevi Müdürü hastahanede olan Muzaffer Tekin’in sağlık durumuna çok üzülüyor. “Ben böyle iyi bir adam görmedim. Kibarlığı, centilmenliği ile örnek bir insan.. Bir ay boyunca defalarca hastahaneye sevkini sağladık. Ama hastahanede tutuklu koğuşu yok diye geri gönderdi doktorlar. O gün geçtikçe, eridikçe inanın biz kahrolduk. Bir ayda 16 kilo verdi. Gıkı çıkmadı. Ne şikayet etti ne de sitem. Sonuçta burada hastalandığı için faturayı bize kesecekler... İnanın çok uğraştık. Ama doktorlar acildir deyip yatırmadılar. Korktular mı bilmem ama vicdanları sızlayacaktır... İnşallah kurtulur ve yeniden buraya dönmez. Tahliye edilir ve tedavisi tamamlanır” diyor.
Ama Muzaffer Tekin’den gelen haberler iyi değil. Av. Zeynep Küçük, vücudun çok zayıf kaldığı için kemoterapinin başlayamadığını, güçlendirmek için beslenme takviyesi yapıldığını vurguluyor. Annesini de pankreas kanserinden kaybeden Tekin’in durumu içimi acıtıyor.
Kuddusi Okkır’ın göz göre göre ölüme gidişini hatırlıyorum... İhmali olan doktorların valilik izni olmadığı için soruşturma dahi geçirmediği sızlatıyor yüreğimi. 1984 yılında Tuzla Piyade Okulu’nda Nöbetçi Amiri iken kavgaya karışan teğmenlerin adını vermediği için yüzbaşı rütbesinde iken ordudan atılan Kıbrıs Gazisi kahramanın duruşunu, Mustafa Önsel’in “Beşiktaş’daki Sırtlan Pususu” kitabında okumuştum. Ona yapılan haksızlığı “Yediler arslan gibi yüzbaşı”yı diye isyan eden paşalardan dinlemiştim...
Yine de Allah’tan umut kesilmez... Yapabileceğimiz tek şey dua etmek... Dualarınızı esirgemeyiniz.
Yarın devam edeceğiz...