Dizi müdavimlerinin “Stockholm Sendromu”

Arkadaş hatrına, bütün bir gece televizyonun karşısına çakılıp Muhteşem Yüzyıl izlemek de varmış kaderde...


Tespit 1:
Dizi, ne Kanuni’nin aşkını, ne Hatice Sultan’ın dramını; hiçbirini anlatmıyor aslında... Dizi, Osmanlı İmparatorluğu’nu idare etmek için verilen hakimiyet mücadelesini anlatıyor.


Tespit 2:
Seyirci ciddi manada bölünmüş durumda;
Hürrem Sultan’dan yana olanlar; dizinin ağzıyla “Pargalı”dan yani Damat İbrahim Paşa’dan yana olanlar...
Dizinin her hafta reyting rekorları kırmasına katkıda bulunan milyonlarca sadık izleyicisine naçizane bir çift sözüm olacak:
Hepiniz yanlış taraftasınız. Hürrem de kazansa, “Pargalı” da, kaybeden siz olacaksanız o “Muhteşem Yüzyıl”ın sonunda.
Biri bugünkü Ukrayna’dan diğeri bugünkü Yunanistan’dan gelme iki devşirme köle. Osmanlı’nın ikisini de getirdiği yer “zirve” devlette. Peki Türkler nerede?
Türkler’den “Anadolu’daki asiler” diye bahsediliyordu benim izlediğim bölümde. Ve “Pargalı” sefer hazırlığındaydı, ezmek için “asiler”in başını!
Madem izliyorsunuz; kısmen de olsa aktarılan tarihi gerçekliği belki bir de bu gözle tahlil edersiniz önümüzdeki bölümde...




Sapık bir azınlık tarafından yönetiliyoruz

“Pantolon, cinsel teşhirin birinci maddesidir...” diyen “kafa”ya Adalet Bakanlığı’nda danışmanlık yaptırmışlar. Zat-ı alileri hukukçuymuş; hem de “yargıç”! Bu “değerler”le yargılamış yani yıllar boyunca kim bilir kaç bin insanı.
Hiç tecavüz dosyasına bakmış mıdır acaba? Veya nasıl bakmıştır? Hayal gücümüzü zorlayalım mı biraz:
Hakim: Olay vuku bulduğunda ne vardı kızım üstünde?
Mağdur: Pantolon!
Hakim: Tüüü sana... Utanmıyor musun sen pantolon giyerek bu zavallı adamcağızı yoldan çıkarmaya, onu suça teşvik etmeye... Hemen yer değiştirin. Sen sanıksın bundan sonraki celselerde!
Karar da şöyle olurdu muhtemelen: “Zındığın recmine!..”

***


Gözüm korktu, erkekler aleminde küçük bir anket yaptım:
“Pantolon bir cinsel teşhir maddesi midir?”
İnternet yoluyla mesaj gönderenleri bilmiyorum ama bu soruyu telefonda yönelttiklerimin tamamı “muhafazakar” insanlar. Bakın nasıl cevap verdiler:
Güven: Gün yüzü görmemiş insanlar için olabilir. Onlar ne görse aynı şeyi hisseder zaten.
Kaan: Elbette değil. Öyle olduğunu söyleyene sapık denir.
Gökmen: Kılık- kıyafet, kanunla, yasayla değil, adab-ı muaşeretle ilgili; sonuçta hiçbirimiz pijamayla sokağa çıkmıyoruz değil mi? Ben bu zat gibi düşünen insanların eşlerinin, kızlarının sokağa nasıl çıktığını çok merak ediyorum doğrusu.
Tevfik: Bu görüşü savunanın bilinç altında sorun var demektir. Tahrik olacaksa ayakkabıdan da olur.
Yücel: Olur mu öyle şey! Bu dinle değil sapıklıkla ilgili. O yüzden, “barbi bebek”ten de tahrik olabiliyorlar.
Mustafa: Bu beyin geçtiği sokaklara “tehlike” tabelası asmakta yarar var...
Uğur: Minibüse binerken çarşafın altından gözüken kadın bileğinden tahrik olan bir zihniyet için “teşhir maddesi” sayılabilir. Bunun sonu “kadın şeytandır”a kadar gider. Sürekli bunları düşünen biri tedavi edilmelidir.
Efkan: Hilal Cebeci’nin 400.000 “follower”ı şu an aynı durumda mesela!
Demek ki bütün medya, tarikat, cehalet sarmalına rağmen “sapıklar” hala azınlıkta!
Dün “Niye azınlıklar tarafından yönetliyoruz” diye yakınan bir Zaman yazarı “Yeni Anayasa”da bu yönde bir düzenleme öneriyordu. Evet... Madem “sapıklar” azınlıkta... Madem sapık zihniyete sahip olanlar “bizimkiler” diyor iktidara! Biz niye sapkın, sapık bir azınlık tarafından yönetiliyoruz, niye hurafelerin gölgesinde “asimilasyon”a tabi tutuluyoruz, neden zulme uğruyoruz... Anayasa yapıcılar insan haklarına da, demokrasiye de, adalete de aykırı olan bu duruma da bu çözüm düşünebilirler mi acaba!



BASINDAN SEÇMELER


Savcılar görevden alınmasa “köstebek” tutuklanacaktı!..

Atalay’ın, aylardır muhaliflere yönelik soruşturma dosyalarının, iktidar yanlısı gazetelere sızdırılıp tefrika edilmesine de aynı şekilde tepki göstermesi beklenirdi. Kaldı ki, baskın tüyosunu belgeleyen telefon diyaloglarını Taraf muhabirine sızdıran, Deniz Feneri sanıklarından Zahit Akman’ın avukatı değil miydi?


Baskın tüyosu “normal” mi?
Atalay, “İçişleri Bakanlığım döneminde hiçbir davayla ilgili bir yönlendirmem söz konusu olmamıştır. Şahsıma atfen dile getirilen bu iddialar külliyen yalandır” diyor.
Keşke o cümleye birkaç kelime daha ekleyip “şahsıma ya da korumama atfedilen” deseydi. Çünkü kendi koruma müdürünün, özel kaleminin telefonundan, Kırıkkale Belediye Başkanı’nı arayıp baskını haber verdiği iddia ediliyor.
Atalay NTV’de “Makamımdan korumamın ilimin belediye başkanına telefon etmesi çok normal” dedi. Eğer o koruma müdürü, iddia edildiği gibi “Baskın olacak, toparlanın” istihbaratı uçurduysa bu “normal” midir? Savcılar muhtemelen bu bağlantıyı belgeledikleri için, “hasadı toplamadan” görevden alındılar.
Öğrendiğime göre dosya kendilerinden alınmasa, tam o günlerde yeni bir tutuklama dalgası gelecekti: Özel kalem telefonundan faillere haber uçuran “köstebek” , yani Atalay’ın koruma müdürü gözaltına alınacaktı. O dalgada 10-15 şirket çalışanı ile yönetici yakını da tutuklanacak, soruşturma “yukarıya” doğru tırmanacaktı. Dosyanın savcılardan alınmasıyla sadece bu tutuklamalar değil, üst bağlantıların ortaya çıkması da engellenmiş oldu. Bu, siyasetin hukuka açık müdahalesi değil de nedir?
Atalay, “3 savcı 3 yılda niye bir iddianameyi yazamadı” diye soruyor. Keşke savcılar konuşsa da, Deniz Feneri soruşturmasını yürüten Alman savcıların Türkiye’ye gelmesinin nasıl engellendiğini, kendilerinin Almanya’ya gidip belge toplaması için kimlerin “Gerek yok” raporu verdiğini anlatsa... Almanya’ya gitmek isteyen savcılara, “Uçak paralarını kendi cebinizden ödeyin” demek aklın alacağı iş midir?


“Dokunan yanar!”
“İnsan hakkı ve onurunun” çiğnenmesine tepki veren Atalay, aylardır özel görüşmeleri sayfa sayfa yayımlanarak hayatları lime lime edilen insanları bilmiyor mu?
Bence Deniz Feneri yöneticileri, dinlemeye takılan çok özel görüşmeleri sızdırmadıkları için savcılara dua etsin. İntikam hissiyle davranılsa, bir kısmı bir daha insan içine çıkamazdı. Şimdi siyasi hesaplaşma gensoruda yapılacak. Hukuken ise yeni savcıların 150 klasörlük bu hassas dosyayı ne yapacakları izlenecek. Eskilerin sudan bir gerekçeyle görevden alınması, savcı ve hâkimlere, bu işlere “dokunanın yandığını” gösteren bir gözdağı oldu.
Can Dündar / Milliyet




Adalet çürüdü üstadım

Sıçanın bir çeşidi. Toprağın altını oyar. Yuvasını orada kurar. Yer sıçanı. Kör sıçan. İridir. Işıktan hoşlanmaz. (...) Köstebekler elleyince adaleti, “Adalet kutup yıldızı olmaktan” çıkıyor. (...) Ve adalet çürüyünce; yoksula, kimsesize, mağdura, çaresize yardım olsun diye elindeki üç beş kuruşu veren vicdanlı insanlardan toplanan paraları, köstebek karanlığında iç edip buharlaştıranlar, “üstadım” diye birbirlerine telefon ediyor, “arayacaklar bizi” haberini uçuruyorlar. Sonra okudukları Necip Fazıl’ın “(!)...onu billur bir kase gibi doldurur nurum...(!)” şiirini cami avlusunda bırakıp kör sıçan karanlığına gizlenebiliyorlar.
3 savcıyı da uzaklaştırıyorlar. Köstebekler elleyince adaleti...
Dava bekleye bekleye çürüyor.
Necati Doğru / Sözcü




Pantolonu bir indirseler...

Ben bu kadar dilden dile, komisyondan komisyona, elden ele dolanan pantolon görmemiştim...
İyi ki “pantolonun” içinde milletvekili yoktu...
Pantolonda anlaşamadılar da anayasada anlaşabilecekler mi?..
Ya da; yapacakları anayasanın bir maddesi diyelim ki “pantolon maddesi” olsaydı... Nasıl aşılacaktı pantolon?..
Daha da açıkçası size...
Bu Meclis; olmayan demokrasinin oynandığı bir sahne... Bir tek vekilini bile kendisi belirlemeyen... Kimin kendisini temsil edeceğini seçtikten sonra öğrenen... Bir kişiye oy verince 550 kişiyi seçmiş olan milletin Meclis’i...
Bir nevi siyasi tiyatro... Bu izlediğiniz pantolon, etek, kravat, başörtüsü ise işin sahne kostümü kısmıdır...
Sonuçta komisyona çıktı pantolon... İndirsinler...
Anayasalarını göreceğiz...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet




İran’ı “itibarsızlaştırma” oyunu

Karayılan haberleriyle İran tıpkı Saddam’ın Irak’ı, Esad’ın Suriye’si gibi itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Türk halkının hassas noktasından hareketle İran PKK’ya destek veren, liderlerini Türkiye’nin operasyonlarından koruyan, PKK ile pazarlık yapıp kendini işin içinden çekerek saldırıları Türkiye’ye yönelten ülke konumuna sokuluyor. Türk halkı tıpkı Irak işgaline, Suriye’ye baskılara karşı nasıl duyarsız hale getirildiyse, İran’a yönelik bir operasyonda da aynı duyarsızlığa itilmeye çalışılıyor. Yoksa iktidarın yayın organı gibi çalışan bir gazete ve benzerleri günlerce İran aleyhine haberler yapsınlar ki..
Can Ataklı / Vatan




İtilaf birlikleri tam saha baskı yapıyor

Heyt be, büyük Türk Tarihçisi’ne de bakın hele...
Yılmaz Öztuna Türkiye gazetesindeki köşesinde “Kemalizm”i “faşist bir kavram” olarak mimledikten sonra “Nasıl bir anayasa” sorusuna cevap veriyor: “Avrupa Birliği kriterlerine aykırı hiç bir madde içermeyen...” bir anayasa.
AB’nin ezeli kriteri çok açık, çok net bir dille şöyle özetlenmişti dünkü Taraf’ın manşetinde: “Yeter Atatürk’ü korumayın artık”
Bir tane, iki tane değil ki... Her gün “Yeni Anayasa”ya dair yeni bir “niyet deşifresi” okuyoruz gazete sayfalarında... İşte “fikri mutasyon” yaşayan (Türkçe sözcük kullanmıyorsunuz diye celallenmeyin yine, Türk’çe düşününce aklım havsalam alımıyor ki böylelerini, Türk’çe bir tavır değil ki sergiledikleri...) bir başkası: Mümtaz’er Türköne.
O da “çocukça engel” diyor “değiştirilemez maddeler”in değiştirilmemesi için sergilenen direnişe.
Bir küçümseme, bir cüret ki sormayın... Ha bir de, siyasetin bir mücadele alanı olduğunu unutup “bakak görek” rehavetine kapılarak böylelerinin ağzına bu lafları verenler utansın: “Atatürkçülük, zorbalıkla iktidarı ele geçiren 27 Mayısçıların kendilerine meşruiyet ararken arkasına saklandıkları bir korunak olarak icat edildi. Atatürkçülük darbeciliğin ideolojisi olarak anayasaya yerleştirildi. İlk üç maddenin ideolojisinin kurucu iradesi 27 Mayıs darbecileridir. Bugün ilk üç maddeyi ideolojik safralarıyla beraber ön şart olarak öne sürmek 27 Mayıs darbesini savunmaktan ve orada sergilenen iradeye sahip çıkmaktan başka bir anlam taşımaz.”




Uzlaşma her an bozulabilir

Laiklik tanımının yeniden yapılmasında, millet tanımında, BDP’nin önerdiği demokratik özerklik ve anadilde eğitim konularında çıkacak anlaşmazlıkların nasıl çözüme kavuşturulabileceği meçhul. Ayrıca muhalefetin AKP konusunda hala ciddi kuşkuları var. Meclis çoğunluğuna dayanarak temel ve kritik maddeleri istediği gibi dikte etmeye kalkacak mı iktidar partisi? Örneğin yargı ile ilgili düzenlemeler konusunda muhalefetin taleplerine ne diyecek? Ya da BDP’nin kritik talepleri nasıl karşılanacak? (...) Bugünkü görünür uzlaşma havası her an bozulabilir...
Bilal Çetin / Vatan

Yazarın Diğer Yazıları