‘Din’i kinin silahı yaptılar

Banu Avar’ın ifadesiyle “linç başladı”:
“Kuran’a dil uzattı!”
“Gül’ü ajanlıkla itham etti”
“Gazetecilere “satılmış” dedi!”
“Devlet yönetimine, gazetecilere ve Kuran’a hakaret etti!” diye yan yana sıralandı idam sehpaları... Seç, beğen, al; artık hangi yafta uyarsa içine hapsedildiğin
“beyaz gömleğin” yakasına!

***

Ne oldu da böyle oldu diye sorma. Orası tam bir orta oyunu... İbretlik, nükteli ve fakat ne kuralı var ne kaidesi!
Aktardığına göre, Avar’ın “Kuran’ın ilk sözü oku; öyleyse oku yahu; ezbere yaşama, satır satır anlayarak oku Kuran’ı, hayatı, olanı... Bir tek öyle çözersin seni kuşatan yalanı, dolanı!” demesi kopardı kıyameti!
Güneş Vakfı’nın davetlisi olarak gittiği Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde, 14 Mart 2011 günü yaptığı konuşmada Türkiye’nin Batı hegemonyasında geçirdiği 70 yılda eğitimin, ekonominin, siyasetin ve kültürün nasıl yozlaştırıldığını, kimliksizleştirildiğini ve dönüştürüldüğünü deşifre etmesini alkışlayacakları yerde, hükümsüz kılmak için bütün gerçekleri, “Vay sen “söz” mü dedin Allah’ın kelamına” şekilciliğiyle örttüler bütün gerçeklerin üzerini!

***

Dün kısa bir sohbetimiz oldu telefonda Avar’la. Hakkında kara propaganda başlatanlara yolladığı tekzip metnindeki gibi “Allah’tan korkun” oldu ilk cümlesi.
“Başka bir konu olsa tamam da, bu ülkede “dininiz elden gidiyor” diye en çok çırpınanlardan biriyim ben” dedi.
Avar’ın anlattıkları, saldırganların nasıl sinsi, nasıl karaktersiz bir harekat planı olduğunun da göstergesi. Dediğine göre önce aramış “linç ana üssü”nün görevlileri. Ciddi gazetecilik yapacakmış gibi sormuşlar işin ötesini, berisini. “Ben de bütün samimiyetimle anlattım ne dediğimi, neden dediğimi” diyor yılların gazetecisi.
Sonra mı? Olayı birinci ağızdan
dinleyenler olmuş “vurun kahpeyeciler”in önderi!
Banu Avar’ın en garibine gidense “Gazetecilere satılmış dedi” şikayeti. Yılmaz Dikbaş’ın “İğfal”ini, Olli Rehn’in listesini, Arslan Bulut’un bu yönde yaptığı deşifreleri hatırlatıp soruyor:
“Satılmadılar mı sanki?”
Sahi Karen’in(Fogg) kestiği “makbuz” du değil miydi kimi satışların belgesi?

***

TRT’deki programının noktalanması, kendisini hedef alan medya saldırısı gibi başka kötü zamanlarında da konuşmuşluğumuz vardı Avar’la. Hemen hepsinde coşkulu olurdu sesinin tonu. Bu kez sıkıntılı.
Korkmuş değil ama kaygılı. Çünkü “din”in, “anlamadan okuyanlar”ı nasıl bir silaha dönüştürdüğünün farkında. Ve pervasızca, o güruhun canlı hedefi yapılmış durumda.
“Kışkırtıcı ve yalan başlıklarla” sunulan haberlere karşı söyleyecek çok sözü var:
“Kuran ayetine ‘söz’ dedi diye kıyamet koparanlar! En iyi bildiğiniz ’linç edebiyatı’ öyle mi?
Kuran-ı Kerim’in ilk SÖZÜ/kelamı olan ‘OKU/İDRAK ET’ sizden ne kadar uzak!
Başlıklarınızdaki yalanlar, yazının içeriğindeki bir oradan bir buradan kesip yapıştırılmış anlatımlar nasıl bir kinin ürünü böyle...
Allah hepinize akıl fikir ve huzur versin!
İleri demokratik anlayışınızı tebrik ederim. Korkularınız gözlerinizi kapatmış. Sizleri itidale davet ederim. Kuran-ı Kerim’i bir kez olsun anlayarak okusaydınız bu linçi yaparken kimseden değil ama Allah’tan korkardınız!”

***


Konuşurken sık sık “hedef gösterildim” diyen Avar’la sohbetimizi noktaladıktan sonra düşündüm:
Bu başlıklar da halkı kin ve isyana teşvik etmiyor muydu acaba?
Hakikaten de Avar’ın dediği gibi “vurun kahpeye” tonunda değil miydi saldırganların sesleri?
Acaba “ya vururlarsa”yı düşünüyor muydu birileri?
Odatv’yi, “yayınları halkı kin ve isyana teşvik ediyor” diye basanlar dahil eder miydi “perşembe operasyonları” ajandasına bu siteleri?
Ya gazeteci milleti!..
“Arkadaşları” için mi yürümüşlerdi yoksa meslektaşları ve meslekleri için mi? Avar’ın uğradığı lince karşı takınacakları tavır anlamak için iyi bir
vesile gibi.
Gördünüz mü bugünkü gazeteleri, var mı Avar’a kalkan olan engellemek için “din ile tehdit edenleri”?

+++

‘Yetmez ama evet’in yeri

Kaçak olan Orhan Aslıtürk “kaçmaz” denilerek tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, gazeteci Nedim Şener’in “kaçar” diye tutukluluğunun devamına karar verildiği günün ertesi isyan etti Milliyet gazetesi. “Yetmez ama evet” cevabı işte şimdi gerekli. Yetmez çünkü şunları da söylemeli: Gördün mü Engin Alan yıllarca mücadele ettiğin terör örgütünün başındaki caninin payına düşen İmralı’daki sayfiye yeri; sana Silivri! Gördün mü Kuddusi Okkır sen mezarda, seni sehven öldürenler iktidarda! Gördün mü İbrahim Fırtına sen yapmadığın darbe yüzünden mahpusta; darbeci Evren “paşalar gibi” Kara Harp Okulu’nda! Gördün mü...

+++

Bir gün gelecek tarih vicdanla yazılacak

Dün sabah yine saat 05.00’te uyandım.
Memleket saatiyle “Alacakaranlık” kuşağının başladığı saatlerdi.
(...)
Alacakaranlık kuşağında bir ülke
düşünün.
Seçimlerde yüzde 47 oy alarak seçilmiş başbakanı; bazı karanlık güçlerin kendisini devirmek için karanlık planlar yaptığına inanıyor.
Haksız mı?
Haklı...

***


Alacakaranlık kuşağında bir ülke düşünün.
Cumhurbaşkanı, bu davaların yürütülmesinde kaygı verici gelişmelerin yaşanmaya başladığını söylüyor.
Haksız mı?
Tamamen haklı.
Alacakaranlık kuşağında bir ülke
düşünün.
Başbakanı da, iktidar partisinin birçok üyesi de, muhalefet partisinin üyeleri de, halkının ve aydınının büyük bölümü de, bu davaların çok uzamasından şikâyetçi.
Haksızlar mı?
Tamamen haklılar.
Alacakaranlık kuşağında bir ülke
düşünün.
Halkının, aydınlarının küçümsenmeyecek bir bölümü, korkusundan telefonda tek kelime konuşamıyor; birkaç kelime konuşabilmek için bir kafede, restoranda bir araya geldiği an, anında çeteci olarak yaftalanıyor, gammazlanıyor. En küçük eleştirisi, “2010 medya planı” diye meşum bir planın içine sokuluyor.
İsyan ediyorlar...
Haksızlar mı?
Alacakaranlık kuşağında bir ülke düşünün.
Halkının ve aydınının bir bölümünün önünde şöyle bir bilanço duruyor:
Dört yıl önce başlayan ve ne zaman biteceği belli olmayan bu dava sürecinde;
Beş kişi intihar etmiş.
Bir kişi kanserden cezaevinde ölmüş, bir başkası ölüm döşeğinden kaldırılıp gözaltına götürülmüş.
Yüzlerce insan neyle suçlandığını bilmeden, gizli tanıklarla, gizli delillerle, imzasız ihbar mektupları ile kime ait olduğu bilinmeyen meşum planlarla 3 yıldır içerde yatıyor. Şahsi defterlere yazılan notların, yayınlanmamış kitapların, telaffuz dahi edilmemiş cümlelerin hesabı soruluyor.
Kahroluyorlar.
Haksızlar mı?

***


Peki bu alacakaranlıkta gerçek nerede?
“Raşomon tarihi” yazmayacaksak; herkes parmağını gözümüzün içine sokarak, kendi resmi tarihini dikte ettirmeyecekse; gerçek, yukarda saydıklarımın tamamında.
Yani gerçek tarihi, gizli tanıklar, karanlık itirafçılar, intikam hissiyle yanıp tutuşanlar, kuytularda şahsi hesaplarını kapatmaya çalışanlar, vasatlıklarını, beceriksizliklerini, hasetlerini de bu paket içine sokmaya çalışanlar, köşe başlarında word dosyası ile pusu kuranlar yazmayacak.
Kimse şüphe etmesin ki; Raşomon tarihçilerinin alacakaranlık zaferi; aydınlık ve güneşli saatlerde yazılan tarih karşısında hezimete uğrayacaktır.
Çünkü bir gün mutlaka gelecek; o tarih, adalet, gerçek ve vicdanla yazılacaktır.
Ertuğrul Özkök / Hürriyet

+++

Taraf tam Assange’a göre

Taraf gazetesi, genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’ın da söylediği gibi bugüne kadar amatör bir ruhla yayın yaptı. Tam da Assange’ın istediği türden. Elde ettikleri belgelerin doğruluğunu çoğu kez test etmeden, belgelerde/kayıtlarda adı geçen ikincil-üçüncül kişilerin hayatını ve itibarını gözetmeden, onlara söz hakkı vermeden bastılar. Tam da Assange’ın hayal ettiği gibi. O nedenle böyle bir ortaklık hasıl oldu. Assange son derece akıllı biri.
Ezgi Başaran / Radikal

+++

Çandar’ın başına taş yağdı

Neo-con’larla kanka olan sen değil miydin

Başbakan Erdoğan, Moskova Devlet Diplomasi Enstitüsü tarafından verilen fahri diploma töreninden sonra yaptığı konuşmada son derece ilginç şeyler söylemiş. Bir soruya cevap verirken, ’eksen kayması yok, eksen buluşması diyebiliriz’demiş. Başbakan’ın kastettiği, tabii ki, kendi ifadesi ile ’kalkınma, bölgenin gelişmesi’açısından işbirliği veya ’buluşma’.
Yine de, bir tür ’tevafuk’olmuş. Mevcut iktidar, Türkiye’nin selametini salt kalkınma, zenginleşme, büyüme çerçevesinde görüyor, tam da bu nedenle, tüm siyasi eleştiri ve muhalefeti bu yolda bertaraf edilmesi gereken, engel, diken hatta ’düşman’ olarak görüyor, tasfiye etmeye çalışıyor. Otoriter siyaset tam da budur!


Cehenneme giden yol...
En kötüsü, mevcut iktidarın bakış açısı ve siyaseti hızla bu yönde seyrederken, aydın, demokrat diye ortalarda dolaşanların çoğunun, bu gidişten kaygı duymak, iktidarı uyarmak yerine ona demokratik meşruiyet kazandırmak için kolları sıvamış olması. Baksanıza, dün ’neo-con’ların kankası olanlar bugün muhalefet eden herkesi, Türkiye’yi ’yabancılara şikâyet’ile, ’Türkiye’nin dış düşmanları ile işbirliği’ yapmakla suçlayabiliyor. Dün demokratik seçim sonuçlarını tanımayan adam, bugün demokratik muhalefeti İsrail dış politikasının uzantısı olarak yaftalayabiliyor. Unutmayalım, otoriter siyaset atmosferlerinin en vahim yanlarından biri de, mutlak itaat zaafı doğrultusunda, meydanı ilkesizliğe, karakter düşüklüğüne, çıkarcılığa bırakmasıdır. Böyleleri, her toplumda, her dönemde vardır, ama ancak otoriter dönemlerde öne çıkma, ortalığı kaplama imkânı bulurlar.


Yeni bir sayfa açılamıyor
Bırakın, kendi özgürlüğü kadar başkasının özgürlüğünü talep etmek veya saygı duymayı, başkası özgür olmasın diye kendi ’zindanlarda yatmaya razı’ bir zihniyet dünyası ile, hakkıyla sorgulanmadan bugüne geldik. Nâzım Hikmet şiiri okumakla, ölülerle barışmakla geçmişle hesaplaşılmış olmuyor. Tabii ki, o günlerden bugüne çok şey değişti, bu çevre de olumlu manada değişim yaşadı. Diğer taraftan, tabii ki, benzer bir hesaplaşma, sadece sağ siyaset geleneği için değil, sol siyaset geleneği için de elzem. Ancak geçmişle, bir zihniyet dünyası ile hakkıyla hesaplaşma, sorgulama yaşanmadığı sürece, tam anlamıyla yeni bir sayfa açılamıyor. Bir bakıyorsunuz, çerçeve değişmiş, eski anlayışlar, eski dil hortlamış. ’Komünist’in yerini başka bir şey almış ama ’hınç’ın yerini başka bir şey almamış. ’Anarşist’ lafı bitmiş, yerini ’terörist’ almış.
Nuray Mert / Milliyet

+++

Küllerinden doğurma servisi

Yalıya yerleştin... BMW seçtin... Gömlek cebine koca bir puro koydun... Yat kiraladın, Türkbükü’nde otellerde ’afternoon party’ olayına girdin... Parfümü sıktın... Rayban’i taktın... Gece Bodrum’da ev davetlerinde boy gösterdin... Şamdan’da, Papermoon’da ’masası olan gazeteci’ bile oldun... Rodos’a davet edildin... Devlet parasıyla bedava dünyayı gezmeye bile başladın... Kendine ’Fehmoş’ diye seslenilmesine bile ses çıkarmadın...
Ama yetmedi değil mi?
Hala kabul görmedin... Derdin de bu zaten... Bu yüzden hala saldırgansın, ucuz komplolara prim verecek kadar basitsin... Ayda 105 bin TL kazansan da ciddiye alınma ölçüsü para değil Fehmi... Ne yazık ki şu birkaç yılda ola ola bir karikatür oldun...
Oray Eğin / Akşam

+++

Ama hangi Batı?


Başbakan Erdoğan salı günkü grup toplantısında Mehmet Âkif’in şu dizelerini okudu önce:
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Erdoğan bu dizeleri okuduktan sonra şöyle dedi:
“Batı’yı bu kadar güzel tanımlayan bir dörtlük olamaz...”
Bu dizeler bugün hâlâ Batı’yı tanımlıyorsa biz neden Batı’nın üyesi olmak için çırpınıp duruyoruz?
Melih Aşık / Milliyet

+++

Haberal riski(!)

Bir kısım medyanın, neden Mehmet Haberal’ı Silivri cezaevine göndermekte ısrarlı davrandığını gerçekten anlayamıyorum.
Belirli yaşın üstündeki insanların rahatsız olmaları doğal. Zaten, cezaevine girince, sağlıklı olanlar bile hastalanır.
Madem, bazı doktorlar, Haberal’ın cezaevinde yatmasında risk görüyor, niçin Ergenekon’un üzerine gitme kararlılığında olan medyanın bir bölümü, insan unsurunu göz ardı ederek Haberal ile uğraşıyor?
Mehmet Haberal, Silivri’ye girince, Ergenekon mu çözülecek?
Nazlı Ilıcak / Sabah

Yazarın Diğer Yazıları