Diktatör!..
Son günlerin moda deyimi haline geldi, diktatör. Çocukken annemden duyardım, otorite sınırını aşan kişiler için sıkça tekrar ederdi. Okul yıllarında notu kıt olduğu gibi, saçı uzun diye elinde makas, eşşek tıraşı yapan öğretmenler için de kullanırdık. Bizim gençlik yıllarımızda solcu arkadaşlarımız da Güney Amerika’da darbe ile halkına zulüm edenlere “diktatör” derlerdi. Süresi ne olursa olsun bizim insanımızın askerlik hatıralarının dibi bucağı yoktur. Kısa dönem, bedelli, komando ya da patates soyan her askerin anısında bir diktatör vardır. Kimi bölük komutanı yüzbaşı Ahmet’i, kimi başçavuş Rıza’yı diğeri eğitim çavuşu Hasan’ı diktatör ilan etmiş hafızasının derinliklerine kötü ve haksız muamelenin sembolü olarak kazımıştır. Bu diktatörlerin sevimli tarafı olmaz mı? Olur elbet. Türk mizah hayatında halen boşluğunu hissettiğimiz efsane Gırgır dergisinde ne diktatör karikatürleri çizilirdi.
Her devrin kendine has diktatörü vardır. Hitler ve Stalin için nakledilen fıkralara gelecek olursak, ipin ucunu tutamayız. Nihat Genç’in aktardığı kısa anekdotu paylaşalım.
Stalin sonrası Kruşçev kongrede konuşma yaparken önceki dönemde yapılan haksızlıklardan dem vurmaya başlamış. Dinleme sıralarından birisi “Bunları niçin Stalin’in yanında söylemedin” diye laf atmış. Kruşçev derhal “Kim o?” diye bağırıp salonda otoriteyi yeniden sağlamış. Bir Allahın kulu ayağı kalkıp benim diyememiş. Kruşçev; “İşte bu yüzden, ben de Stalin’in yanında konuşamadım. Senin ayağa kalkmama sebebin yüzünden” diyerek rutin toplantıya devam etmiş. Diktatörlerin saldığı korkunun kokusunu köpeklerin dahi alamadığına dair rivayetleri bir kenara bırakıp günümüzün moda deyimi diktatörü ilk kimin seslendirdiğine gelelim.
Tasfiye operasyonunun başlaması ile televizyon sahibi gazeteciler, bilim insanları, siyasiler, askerler tutuklanmaya başlanıp, korku imparatorluğu inşa edilince olayları yorumlayacak cesaretle üzerine gidecek çok az kişi kalmıştı ortada. “Sıra bana da gelecek” korkusu ile çoğunluk sindi. Teslim olanları saymıyoruz bile. O esnada bizim televizyon programları da birer birer iptal edildi. Konuk olarak bile ekranlara davet edilmiyorduk. Nihat Genç’e de tüm kapılar kapanmıştı. Konferansları bile engelleniyordu. Direnişini internette sürdürüyordu. İki yıl boyunca yeni televizyon projeleri ile kimler gelip gitmedi ki. Tereddütsüz tamam diyorduk, ama diktatör korkusuyla icraata konamıyordu hiç biri. Derken 7-8 ay önce parasızlıktan kapanma noktasına gelen Halk TV’den Genç’e teklif geldi. Hiç düşünmeden kabul etti. O sıralar Silivri hattında git gel bitap düştüğüm anlarda “var mısın?” diyince balıklama atladım. 2 saate yakın program yapmaya başladık. Ben soruyorum o, cevap verirken olağanüstü fıkraları ile seyirciyi topluyordu. Ama fena halde medya ambargosu yemiştik. Kimse yazmıyor, konuşamıyordu. Bu sırada sosyal medyanın ve paylaşım sitelerinin etkisini keşfettim. Televizyonda seyredemeyenler internette görüntüleri paylaşmaya başladı. Hiç tanımadığımız insanlar 3’er 5’er dakikalık klipler yapıp dağıtıyor ve yüz binlere ulaştırıyordu. İşte o günlerde Türkiye’nin unuttuğu yazarının çizerinin ağzına dahi alamadığı o sihirli kelimeyi ekranlarda telaffuz etti Genç, “Diktatör”.
Diktatör’ü tarif ederken ne isim verdi ne de işaret etti. Diktatörün tarifinden sonra ben dahil herkes etrafımıza bakmaya başladık. Arayan bulur elbet.. Gezi Parkı ile başlayan direniş tüm yurda yayılınca diktatörün anlamı da katmerlendi. Gazdan göz gözü görmüyor, tazyikli su ile yerlerde sürünüyor insanlar. Ama yakalamışlar diktatörü bırakmıyorlar! Diktatör de diktatörmüş ha..!