Derya Sazak, millet sazan
Terör örgütü, “polis taşlamasıyla” başlattığı çocuk istismarında sınıf atlarken
Milliyet’in acar yazarı da, aynı dersaneye kaydolup, asparagas diploması aldı!...
Yeni bir “taş atan çocuklar” olayıyla karşı karşıyayız. Yine sinsi planlar, masum araçlarla uygulamaya konuyor.
Milliyet gazetesi önceki gün “İşte devleti kızdıran sınıf” manşetiyle “Kürtçe öğretmencilik oynadığı için ailesi savcılığa ifade vermeye çağırılan ilköğretim öğrencisi”, hikayesine yer verdi. Birinci sayfanın göbeğini kaplayan büyük fotoğrafta da Derya Sazak ‘oyuna dahil olmuş’ halde görülüyordu.
Yerleri beton, duvarları “okul rengi” boyalı odada, nizami dizilmiş sıralarda, birer birer oturan çocukların arasına karışmış, ‘tahta’da, ‘yerel kıyafet’i içinde içinde ders veren “Medya” öğretmeni izliyordu Sazak. Köşede bir kitaplık ve içinde çocuk klasiklerine hiç benzemeyen, kalın ciltli kitaplar vardı. Kitaplığın üstünü, alışık olduğumuz gibi bez bebekler veya peluş oyuncaklar değil, AB’nin Türkçe’de kullanılmadığı halde, dayatacağı ‘yeni dil’ için gerekli X, Q ve W harflerinin levhaları süslüyordu.
Olayın basında yer bulma biçimindeki tek doğru, karşımızdaki şeyin “oyun” olduğuydu. Ve bildiğimiz “öğretmencilik” değildi oynanan.... Hani evin merdivenlerine ya da odamızdaki minderlere dizilerek, ‘ne öğreteceğimizi’ hayalgücümüzle belirlediğimiz çocukluk eğlencesinin saflığı yoktu o fotoğrafta. Herşey çok yerli yerindeydi, çok mesaj kaygılı.
Oyunlarının dekoruna “iki dille hizmet”i esas alan Diyarbakır Sur Belediyesi gibi işinde ehiller el atmış, kriz ortamında sponsor sorunu çekmemişlerdi. Küçük öğretmen rolü için “dönem kostümü” hazırlanmıştı. Muazzam bir “PR” ekibi vardı belli. “Derya amcaları” bile, İstanbul’lardan gelmişti onları izlemeye...
Terör örgütü eskiden dağ kadrolarıyla köyleri, karakolları basarken, üniversitelere saldığı şehir kadrolarıyla da, “demokrasi mücadelesi” tezini yayardı. Okuldaki PKK’lıların “faşist devlet”e karşı giriştikleri “öğrenci eylemleri”ni kutsardı gazete manşetleri. Halbuki amfilerde insan haklarından bahseden o gençler, gece hücre evlerine döndüklerinde, ertesi gün nerede bomba patlatacaklarını planlarlardı. Patlatırlardı da.
Şimdilerde uyuşturucu gibi terör de yaş çıtasını düşürdü. Giderek sayıları çoğalan “sokağa salınan çocuklar”ı devlete karşı silahlandırırken, öbür yandan da ‘kimliğine sahip çıkan’ temiz yüklü, takdir edilesi çocuk modeliyle topluma “açılmaya” çalışıyor örgüt.
Barış mitinglerinde PKK tezahüratlarını onlara yaptırıyorlar. Öcalan posterlerini onlara taşıtıyorlar. Devlet ile çatışmalarını sağlayacak “ilk taş”ı onlara attırıyorlar. Çünkü onları harcamak, terör örgütü için çok kolay, toplum için ise çok zor.
Bir çocuk tarafından kafasında kocaman kaldırım taşı patlatılmış polis can havliyle atıyor kendini ‘taş atan çocuklar’ın arasına... Hemen malum yaftayı asmıyor muyuz boynuna: Zorba polis!
Yapılanın ‘çocuk istismarı’ olduğu apaçık ortadayken bile, o çocukların eline taş verip devleti hedef gösterenler mi yoksa onları adaletin önüne çıkaranlar mı suçlanıyor?
Bugüne kadar kimse o taşı, o çocukların eline verenlerin peşinden gitmedi. Öcalan’ı lider gören o Hakkarili çocuğun zihnine, İstanbul’a gittiğinde sığınacağı adresin “Taraf” olduğunu kimlerin kazdığı sorgulanmadı.
Onlar hep “yırttı”. Hatta “kollandı”. Yetmedi “alkışlandı”. Sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, ‘çocukları hapse atan devlet’e karşı, ‘çocuklarını terörist yapanlar’a kalkan oldu. Derya Sazak da böyle bir feyizle yola çıktıysa, Milliyet’in birinci sayfasındaki o “kurgu”ya gazetecilik demek mümkün mü?
TRT’de Fehmi Koru ile omuz omuza vererek savunduğunda toplumun temkinle yaklaşacağı, bir DTP mitinginde yaptığı gibi örgüt lügatıyla duyurduğunda etkiden çok tepki doğuracak bir tezi, çocukları kullanarak benimsetmeye çalışmak okuyucu kandırmak, hatta tuzak kurmak değil mi?
Türkiye yurt dışından servis edilen fikirleri şırıngalamakla görevli gazetecilere yabancı değil. Madem Hudson gibi Türkiye’de kaos yaratma senaryoları üreten kuruluşlarla “kan bağı”n var, madem ille de Türkiye’yi bölme senaryolarında rol alacaksın, madem “ikinci ana dil(!)” dayatmasının arkasındasın, o zaman alacağın tepkiden korkmadan, değer kaybını hesaplamadan çıkarsın, eteğindeki taşları dökersin... Milliyet gibi bir gazeteyi yönetmiş, yılların deneyimine sahip bir gazeteci olarak, savunduğun veya taşıyıcılığını yaptığın bir fikrin etkilerini, çocukları “açılım kobayı” olarak kullanarak test etmeye kalkışmak, -hadi bunu “okur temsilcisi” sıfatınla cevapla-; meslek etiğine sığıyor mu? Böyle yaparsan elindeki taşı, çocuklara attıran istismarcılardan ne farkın kalır Derya Sazak?
Oğlu Hudson’da görevli
DTP’lilerin İstanbul’da düzenlediği panelde çözümün çerçevesini PKK’nın siyasallaşması olarak çizen Derya Sazak son dönemde sık sık “Öcalan’ın dediği gibi...” ile başlayan cümleler kuruyor.
Milliyet yazarının oğlu Onur Sazak da “Amerikan milli güvenliğini korumak için” çalışan Hudson Enstitüsü’nde görevli.
Hudson Enstitüsü, bugün Taraf olduklarını alenen ilan eden gazeteciler aracılığıyla sızdırdığı provokatif senaryolar ile, bir dönem TSK ile iktidar arasında çatışmaya yol açmıştı.
+++
Bakan Atalay’ın akil adamı
Cengiz Çandar, Beşir Atalay’ın aksine açılımın, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin bir gün mutlaka değişmesini sağlayacağını iddia ediyor
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ne idüğü belirsiz açılımın içinde anayasa değişikliği olmadığını özenle vurgulama çabasında. Atalay’ın çağrısı ile toplanan açılımın “akil adam” larından Cengiz Çandar ise öyle düşünmüyor ama:
“Kürt açılımının önüne Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. maddesini dikmeye ve böylece ’açılım’ın önünü kesmeye çalışmak siyaseten de, ahlaken de doğru değil.
Anayasanın söz konusu 3. maddesi ‘değiştirilemez’ ve ‘hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeler arasında.
Matbu metinlerde ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ hükümler, ancak Kur’an-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes gibi monoteist dinler ya da Hinduizm, Budizm gibi inanç sistemleri kutsal metinlerine özgüdür.
‘İlahi’ yönü olmayan ve ‘insan yapımı’ olan hiçbir metnin ‘kutsallığı’ yoktur ve pekâlâ değiştirilir.
... Ve, TC Anayasası’nın ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeleri de bir gün mutlaka değişecektir. Bunu bir kenara yazın. ”
Bu satırlar, bir anlamda Cengiz Çandar’ın egemenlikten ne anladığını da gösteriyor. Açılımdan ne anladığına gelince:
“Açılım dediğimiz ise zaten, 80 yıllık ‘oyun’dan vazgeçip, ülkeyi ‘çözüm rotası’na sokmaktan başka bir şey değil...”
80 yıllık oyun... Apo beyin ifadesiyle “TeCe” yani...
Işık Kansu / Cumhuriyet
+++
“Serbest geçiş” izaha muhtaç
Dün YÖK Başkanlığı’nın 5806 sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Af Yasası’na dayanarak üniversitelere “sınavsız” yerleştirdiği 800 gençten söz etmiştim.
Bu öğrencilerin ortak özelliği 1995’ten sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Polis Akademisi’ne bağlı yükseköğretim kurumlarından atılmış ya da ayrılmış olmalarıydı... Bana ulaşan 7-8 öğrenci, askeri okullardan atılmadıklarını, kendi istekleriyle ayrıldıklarını; dolayısıyla yukarıda yazdığım nedenlerin kendileri için geçerli olmadığını söylüyordu...
Doğru: Bu 800 öğrencinin arasında elbette kendi istekleriyle ve “tazminat” ödeyerek ayrılan gençler de var.
Ailelerinin, kendilerine meslek dayatmasına karşı çıkmışlar. İşin ilginci; şimdi ikinci kez bir “meslek” dayatmasıyla karşı karşıyalar!
Çünkü YÖK; askeri okullardan ya da polis akademisinden ayrılan bu gençlere, gidecekleri okul için tercih yapma hakkı tanımıyor!
Kendilerine danışmayı bile çok görerek, onları bir fakülteye, dolayısıyla bir mesleğe yönlendiriyor!
YÖK Başkanlığı’na çağrıda bulunuyorum:
En kısa zamanda aşağıdaki soruları yanıtlayarak, kamuoyu vicdanını rahatlatmalısınız:
1) Askeri okullardan ya da Polis Akademisi’nden ayrılmayı ya da atılmayı ödüllendiren böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyuldu?
2) 1995’ten beri bu okullardan kaç kişi atıldı ya da ayrıldı; siz, uygulamanızdan yararlanan 800 öğrenciyi nasıl belirlediniz?
3) Bu öğrencilerin kimlikleri ve atılma ya da ayrılma gerekçeleri ne?
4) Aralarında “irticai faaliyet” nedeniyle atılan kaç öğrenci var?
5) Bunlar hangi fakültelere, hangi “kriter” e göre yerleştirildi?
6) Bu yerleştirmelerin, öğrencilerin görüşlerine başvurulmadan yapılması; anayasamızın “vatandaşların istedikleri alanda eğitim yapma hakkı” ilkesiyle çelişmiyor mu?
7) Bu öğrenciler arasında, annesi-babası siyasetçi, bürokrat, asker olan kaç kişi var?
Bu sorular yanıtlanmalı... Yoksa gencecik yüreklere düşen “kuşku”nun yaratacağı yıkımın hesabını kimse veremez!
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
İNCİRLİK
Yolgeçen hanı
ABD Irak’tan asker çekerken İncirlik hava üssünü kullanacakmış. Bunun için İncirlik’te askerlerin kalmaları için inşaatlar yapıyormuş. Çekilme sürecinde 100 bin civarı asker aynı anda İncirlik üssünde olacakmış...
ABD’nin Irak’ta topu topu 130 bin askeri var...
Bunlar çekilirken İncirlik’te bir iki gün transit yolcu olarak bekleyebilirler. Askeri üste çok çok üç beş bin asker birikebilir...
Aynı anda 100 bin dolayında askerin konaklaması nasıl söz konusu olur?
Genelkurmay bu konuda açıklama yapmalıdır...
Anladık, İncirlik “yolgeçen hanı” da... Handa kaç kişi kalacağını öğrensek hiç değilse... l Melih Aşık / Milliyet
+++
Kilit belgeyi kim yazdı?
Genelkurmay, unutmamış!
Dün, “Kâğıt parçasını kim yazdı?” diye sordu. Demokrat davranıyor, “orduya kara çalmak ve onu küçük düşürmek için sahte belgeyi kimin, ne amaçla yazdığının bulunmasını” istiyor.
Askeri savcı 12 gün araştırdı.
“Bu belge sahte” dedi.
Sivil savcı 46 gün araştırdı.
“Bu belge sahte” dedi.
İktidar yanlıları, ABD yandaşları, dün orduya vuranlar, bugün “açılım demokratlığına” soyunanlar ise “belge gerçekmiş” gibi yazdılar, dünyayı ayağa kaldırdılar. Oysa belge sahteydi, 75 gün geçti sahtekârlığı kimin yaptığı bulunamadı. Bu aşamada; sızdırılmış belgeyi yayınlayanların “sızdıranı açıklayarak” adalete ve demokrasiye destek olmaları gerekir. Onlar açıklamıyorlar.
Biz unutmayalım.
Durmadan soralım.
Kim yazdı sahte belgeyi?
Bu sorunun cevabı; orduyu kötü fakat “Kürtçü bölücülüğü” şirin göstererek Türkiye’yi bölünmeye adım adım götüren bir büyük örgütlenmenin kilidini açacak anahtar haline geldi.
Unutmayalım!
Durmadan soralım.
Necati Doğru / Vatan
+++
MİNİ YORUM
Final sahnesi çekildiyse
Ceviz Kabuğu’nun yeni sezondaki ilk programının katılımcılarından biri de tiyatrocu Levent Kırca’ydı. Kürt Açılımı’nın tartışıldığı programın kilit cümlesini de o söyledi kanımca: Ya bütün bunlar bir senaryoysa ve finali de çoktan yazılmışsa, biz burada havanda su dövüyorsak demeye getirdi Kırca... O zaman ne yapmalı? Soru buydu. O zaman oyunu bozmalı. Bize biçilen rolün dışına çıkmalı...