Derviş Vahdetilerin elinden alacağız en kutlu emanetini
Sevrcilerin şövalyesine düzülen methiyeler tıkar mı sanıyorsun kulağımızı, boyar mı gözümüzü; içinde bulunduğumuz vaziyetin imkan ve şeraitine rağmen haykırıyoruz işte: Sen başardıysan biz de başaracağız!
Sana bu mektubu, Cumhurbaşkanı İngilizlerce ödüllendirilen bir ülkenin genci olarak yazıyorum bugün... Aynı İngilizlerin, Anadolu’nun işgaline karşı başlattığın direnişin henüz başındayken sen, Anadolu’dan geri döndürülmen için İstanbul’da hükümetine verdiği emri hatırlayınca gururlanamıyorum diğerleri gibi haliyle ...
Kızarıyor yüzüm...
Tam utançla eğecek gibi oluyorum başımı; sesin çınlıyor kulaklarımda;
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!”
Tele-kulaklar girmişken mücadeleye atılmak için hazır kıta bekleyen bütün diğer memleket sevdalılarıyla aramıza, başımızı koyduğumuz yastığın, yatak döşeğimizin, alın terimizi döktüğümüz masanın, -milletimizle aramızdaki bağ olan bu klavyenin bile belki- içinden “böcek çıkar mı” sorusu dururken hep zihnimizin bir köşesinde, meslektaşlarımız sağlık, sabır, ömür tüketirken Silivri zindanlarında ve Bekirağa Bölüğü’nü hiç de aratmazken bu ülkenin aydınlarının “son görev” yerleri, terfiler sürgüne dönmüşken, “sivil bir örümceğin ağında” sarmalına aldırış etmeden, velakin tam dediğin gibi işte; Demokles’in Kılıcı sallanırken kalemimin üzerinde -içinde bulunduğum vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeden- atılıyorum bugün vazifeme; Yazıyorum!
* * *
Biliyorum elbet;
“Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir.”
“Milliyetçi” olmak suç sayılabilir mesela... Dün Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı “şövalye” ilan edenlerin geçmişte seni “karışıklık yaratmakla” suçlaması gibi bugün de vatanın bölünmez bütünlüğü için mücadele edenleri “provokatör”, “radikal”, “marjinal” sayabilir birileri... Ve “iç tehdit” sayılabilir varlığım, varlığımız, kurmayı düşledikleri “yeni cumhuriyet” için!
* * *
“İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.”
Onların “satın alacak” paraları olabilir; küresel sermaye denen servetleri, fonları, “esir alacak” zihin kelepçeleri olabilir; televizyonları, radyoları, gazeteleri, “kurşun askerleri” olabilir işgalin her türlüsünü gerçekleştirecek, kukla siyasetçileri, kukla aydınları ve nitekim kukla tiyatrosu izletebilirler topluma her gün ve her gece... Katledecek cellatları olabilir, elleriyle besledikleri teröristleri... Onlar bir elleriyle “barış ödülü” dağıtırken, diğer elleriyle silahlandırabilirler dünyayı; ırkları, dinleri, mezhepleri, kardeşleri, komşu ülkeleri kırdırmak için birbirlerine... Onlar okyanusun öteki ucundan düğmeye bastıklarında bizim buralarda mecaz değil bayağı bayağı “deprem” yaratabilirler; “yaratma”ya dahi aday olacak kadar “tanrı kral”laştırabilirler kendi kendilerini...
“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.”
Yargı zapt edilmiş olabilir bir 12 Eylül günü, yasamanın duvarlarına gedikler açılmış olabilir “emir erliğine” soyundukları Amerikan başkanı “üç açılım” düşürdüğüne okyanus ötesinden tepemize, yürütme gasp edilebilir bir “yuvarlak masa” konseyince!
Kalelerin surları, burçları düşer de, kalbine, komuta merkezine girilebilir, ele geçirilebilir kozmik sırlarım, güvenlik şifrelerim, savunma mekanizmalarım, bir “yarınım” olmasına yarayacak stratejilerim...
Özgeçmişim çalınabilir, kimlik bilgilerim yeniden düzenlenebilir ve ben, ben olmamaya programlanabilirim bu yolla!
Kuşadası Limanı’na girmiş olabilir İsrailliler, İzmir Limanı’na Hong Konglular...
Topla tüfekle süngüyle değil; hile ile, tehdit ile, şantaj ile, iftira ile elinden alınabilir silahı askerin, sökülebilir apoletleri; sınır boylarından, dağlardan, firkateynlerden, operasyonlardan çekip alınabilir ordum operasyonla!
Yalın ayak, yamalı şalvar, delik cepken kurulduğu unutularak bu devletin, çıkarılabilir üniforması; yerine suçlu elbisesi, hain elbisesi ve hatta terörist elbisesi giydirilmiş olabilir...
Milli haberleşme sistemimizi Araplar, bankalarımızı Kuveytliler, Yunanlılar, Hollandalılar, Belçikalılar, Fransızlar, milli kalkınma hamlesi kapsamında kurduğumuz fabrikaları, sanayi tesislerini Lübnanlılar, Almanlar, Avusturyalılar, TEKEL’i mesela bir yanını Amerikalılar, öteki yanını İngilizler işgal etmiş olabilir...
Sadece 8 yılda 78 bin parça taşınmazımız ve toplam 55 milyon m2 toprağımız haraç mezat satılmış olabilir... İstanbul parsel parsel peşkeş çekilmiş olabilir Mısırlılara, İngilizler’e, Amerikalılara, Almanlara, İsviçrelilere, İtalyanlara, Fransızlara, İranlılara, İsraillilere...
* * *
“Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.”
Kendini “Anglosaksonlar’a yakın hisseden” iktidar sahipleri “Türk’üm” demekten aciz olabilirler, vatan toprağından silinebilir adımız “Ne mutlu Türk’üm diyene” lafı batabilir siper yüzü görmemişlerin rahat koltuklarına, bu toprağın 30 binden fazla insanını öldüren, bu bayrağı indirmeyi deneyenlerle pazarlığa girişebilirler, kanlı ellerini sıkabilirler, bademle fıstıkla canavar besleyebilirler altın kafeste!
* * *
“Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler...”
Kendi ülkelerinde şehit cenazesinde yuhalanırken, Irak’ta taş taş üstünde bırakmayan zalimler için dertlenebilirler, Mehmet’i yan gelip yatmakla suçlarken, Coni’ye duacı olabilirler, işçisinin, memurunun, çiftçisinin yüzüne bakacak hali kalmamışken Yahudilerden “cesaret madalyası” alabilirler...
Üzerlerine sifon çekmeye kalkışanlara biat edebilirler...
Vatikan’ın “halifeliği”ne soyunabilirler...
Sevrcilerin şövalyeliğine...
* * *
“Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.”
Şövalyenin çift kimlikli ev arkadaşı “İngiltere’deki okul yıllarını” yazarken kendisine tahsis edilen köşe için, kendisine tahsis edilen beş yıldızlı otel odasında Londra’da, İstanbul’da gencecik bir gazeteci bir buçuk yıl işsiz kaldıktan sonra tavandan sarkıttığı urganda sonlandırabilir hayatını... Toplum, Oyunu, yani iradesini satacak kadar muhtaç hale getirilmiş olabilir... Susuz köye giden çamaşır makinasına bile kanacak kadar “aç” olabilir insanlar varlığa...
Cepleri değil sadece, gönülleri, zihinleri de fukaralaşmış olabilir hatta... Gencecik bir kız, seni sevmektense işgalci, tecavüzcü düşman askerine teslim olmayı yeğleyebilir yeniden; Ebu Garip’ten haykıran kadınların çığlığını duymadan “Cumhuriyet yerine İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı” diyebilir mesela...
Olsun...
Bütün bunlara rağmen duyuyorum sesini;
“Ey Türk istikbalinin evlâdı!” diyorsun...
Millet Mekteplerinin yetiştirdiği aydın insanlarını Anadolu’nun Exeter’in eğittiği karanlık zihinlere teslim etmekle gururlananların yazdıklarına aldırış etme... Senin yedi düvele karşı koruduğun o sınırları keman yayı gibi gevşetenler “Gül’ün Chatham House ödülüne layık görülmesi, ilk başta Ermenistan ile diplomatik ilişkiler ve ortak sınırlarımızı açmaya yönelik çabalarından kaynaklanıyor” diye methiyeler düzebilir...
Tıkar mı sanıyorsun senden gelen “nasihat”in beslediği damarı!
Duyuyorum işte;
“Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Ve yeniden, bir kere daha, çok daha güçlü haykırıyorum işte:
Sen başardıysan biz de başaracağız!
Derviş Vahdeti’lerin elinden çekip alacağız en kutlu emanetini!
“Ben bu antla büyüdüm” diye yazdım. Tersini düşünenlerin çoğunluğu, “Bunu Türk olmayan birine okutmak ayıp değil mi?” diyor. Ayıp mayıp değil. Ayıp geliyorsa, o sizin ayıbınız. Meseleyi “etnik görmenizin” ayıbı. Ben kendimi Türk zannediyorum. Yüzlerce yıl önce aileme emanet edilen sanc ak hâla bende. Başucumda duruyor. Kendimi Türk hissediyorum.
* Fatih Altaylı / Habertürk
“...Ulusun tutsaklıktan kurtuluşu, egemen ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi ancak kararlı ve namuslu ellerin kısa ve doğru yoldan, ulusun hukukunu ve bağımsızlığını
savunmaya yönlendirmesi ile mümkün olacaktır...”
Mustafa Kemal (28 Mayıs 1919)
Mustafa Kemal’e “mahluk” diyen gazeteci Ali Kemal’in, şu anda Londra Belediye Başkanı olan torunu Boris, töreni izleyen Türk gazetecilere “onurlu birey” muamelesi yapıyorsa... En başta tornacının oğlu... Herkesin, yarın sabah Anıtkabir’e gidip, dua etmesi lazım. Cumhuriyetimizin geldiği şahane seviyeyi görüp, bi fatiha okursunuz artık.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet
++++++
Kanundan kaçmaya çalışıyorlar
Cumhuriyet gazetesinden Fırat Kozok’un haberine göre, TRT’nin El Ezher Üniversitesi’nden aldığı diploma kabul edilmeyen Sefer Turan’ı kadroya almak için yaptığı yönetmelik değişikliği Danıştay engeline takıldı.
Yönetmelik değiştirildi
“Türkiye Radyo- Televizyon Kurumu Hizmetlerinin Tanımı ve Bu Hizmetlere Atanacak Personel Yönetmeliği”ne göre haber personeli kadrosuna alınacak kişilerin “fakülte veya yüksekokul mezunu olması” gerekirken, Türkiye’de denkliği tanınmayan El Ezher’den mezun Turan’ı 13 Nisan günü sözleşmeli olarak işe başlatmış, 14 Nisan günü ise durumunu “yasallaştırmak” için Resmi Gazete’de yeni bir yönetmelik yayımlamıştı. Buna göre “fakülte veya yüksekokul mezunu olmak” koşuluna, “Yurtiçi veya yurtdışı yayın kuruluşlarının yayın, yapım, program veya haber hizmetlerinde en az 2 yıl çalışmış olanlarda bu şart aranmaz” ifadesi ekleniyordu. İlginç olan TRT’nin, Danıştay’ın “Yönetmelik Değişikliğini İptal” kararını, Fırat Kozok’un tabiriyle “hukuku dolanmak” suretiyle etklisizleştirmeye çalışması ve bu karardan 5 gün sonra “yeniden ve aynı amaçla bir yönetmelik değişikliği daha” yapmasıydı. Bu kez de “En az lise veya dengi okul mezunu olmak” şeklinde değiştiriliyordu yönetmelik. Ancak bu değişiklik de Danıştay’a taşındı ve bu da iptal kararı verdi.
Mahkemenin ibretlik iptal gerekçesini birlikte okuyalım: “Dava konusu yönetmelik değişikliği ile başka unvanlar için daha düşük öğrenim koşulu öngörülerek aynı nitelikte düzenleme getirilmesinin, yargı kararlarının gereklerinin tam olarak yerine getirilmemesini, kararların uygulanmasından kaçınılmasını, etkisizleştirilmesini amaçladığı açıktır...”
Kozok’un haberine göre Danıştay’ın bu kararından sonra Sefer Turan ve aynı durumda olan 12 kişinin TRT’deki unvanları Sözleşmeli Yardımcı Yapım Elemanı olarak değiştirildi.
Kadrolaşma uğruna “yargı kararlarını etkisizleştirmeye çalıştıkları”, yasal olarak tescillenmiş olduğuna göre, bakalım İbrahim Şahin “Yok öyle bir şey” demeyi sürdürebilecek mi?
++++++
MİNİ YORUM
Şov bitti, role paydos!
“Osmanlıcılık dirilmiyor...”, “AB’ye girmeyebiliriz...” diyorlar şimdi...
Uzun yol etkisi mi dersiniz; son ABD seyahatinde “ademi merkeziyetçilik” öneren de bizzat
kendisi değil miydi; yeniden ve yeni Osmanlıcılık yani! Ve evet bir dönem “Hıristiyan Kulübü” diye yerden yere vurduğu AB uğruna değil miydi onca “açılım”; biz açıldıkça açmaları üzerine değil miydi kapılarını bütün anlaşma?
Ne oldu şimdi; birileri maskelerini mi çıkarıyor büyük gösterinin sonunda?