Demokrasi talebinde bulunanlar önce "biz" ve "siz" demekten vazgeçecekle
Şiarı şöyledir kimilerinin:
“... ‘Bir toplumun ya da topluluğun çıkarları gerektiriyorsa, hiç bir ölüm, bir cinayet, çığlık, mağduriyet, haksızlık, gayrimeşruluk önem taşımaz... Hak ve özgürlüğe dair ilkelerin kimi özel koşullarda anlamı olmaz... Bunları söyleyen, hayatı bu şekilde algılayıp yaşayan, kişi, ister siyasetçi, ister tarihçi, ister devrimci, ister cemaatçi, ister milliyetçi, ister şu ya da bu haklı davanın yandaşı olsun, ahlaken özünde faydacıdır, strateji denilen algı hastalığının esiridir...
Benim ahlakım bunun tersidir...
Hayata bakışım, tek tek ve her özgürlük arayışına saygılı, insani, hukuki, evrensel değerleri tahrip eden her iktidara karşı tavizsiz olma üzerine kuruludur.
Bu, basit, ama zor bir tercihtir...
Ama demokratik tercih budur’...”
Yukarıdaki satırlar Michel Foucault’ya ait.
Felsefeci, Humeyni İran’a ayak bastığında “olan” ı anlamasına, “olan karşısında” kendi ahlakına göre tavır almasına Fransa’da yağan aydınlanmacı lanet ve hareket karşısında sarfetmişti bu sözleri...
Bu ve benzeri serzenişler, toplumsal, kültürel, siyasal meşruiyeti şiar edinenler için rehber sözler arasında yer alırlar.
Pek çok durumu ve her iki yönüyle pek çok tutumu anlatırlar...
Bizim bugünkü halimiz dâhil...
Bu ülke insanları, gazetelerdeki genç kalemleri, bu ülkenin muhafazakârları, taşralıları, kara tenlileri, özgürlükten dem vuruyor, demokrasi arıyor, demokrasiyi talep ediyor.
Ama talep tek başına yetiyor mu?
Demokrasi talep edenlerin, her şeyden önce “usûlün önemini, meşruiyetin anlamını” bilmeleri her gerçek özgürlük arayışı ve özgürleşme hamlesinin olmazsa olmazıdır.
Tek taraflı, faydaya endeksli talep yetmez, demokrasiyi tesise, en azından demokratik zihniyeti beslemeye.
Salt kendiniz için istediğiniz özgürlük, sadece kendiniz için istediğiniz demokrasi ise ya ayrıcalıkların ya siyasi-kültürel değerlerin muhafazası için kullanılan işlevsel ve faydacı kalkandan öte bir şey olmaz...
Ve kim olursanız olun tablo değişmez, ister kemalist, ister dindar, ister solcu, ister muhafazakâr...
Demokrasi ne kurum ne de değer olarak “ayrımcı ve ayrıcalıkçı bir zihniyet ve düzenin doğrulayıcısı” olabilir.
Demokrasi kuru faydacılığın, biz ve siz ayrımı üzerine kurulu cemaatçiliğin hâkim olduğu yerlerde yeşermez...
Böyle durumlarda siyaset, öfkeli, gözü dönmüş bir içe kapanma ve korku refleksinin kölesi haline gelir...
Toparlayalım...
“Haklı kimlik”, “doğru politika” yoktur...
“Haklı ve meşru varoluşlar, talepler, duruşlar” vardır...
Her alanda böyledir bu...
Türkiye bu açıdan sert bir zemine, somutçu, faydacı bir siyasi kültüre sahip...
Bugün yaşanılan gösteriyor ki, kimileri bu kültürü derinleştiriyor...
Meşruiyet meselesini önemsemeyen siyasi, toplumsal yapılar, kalemler, gençler, demokrasi bayrağı ellerinde de olsa, demokrasiyi örselemekten başka iş yapmıyorlar...
Ve onlar kendilerini biliyorlar...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak
Samimiyet testi
Ağırlıklı olarak Türkiye’deki Ermeni cemaatine yönelik olarak yayın yapan bir gazetede yayımlandı aşağıdaki satırlar:
“Hocalı, Sumgayit, Karabağ, Uludere, Der Zor... Bizim tek samimiyet testimiz, onların hiçbirini diğerine yeğ tutmamaktan geçiyor. Ne yazık ki, Hocalı katliamının 20. yıldönümünde, Taksim böyle bir samimiyete sahne olmayacak”
İyi de nereden biliyorsunuz?
Yarın Taksim Meydanı’nda ne olacağını nereden biliyorsunuz?
Hocalı’da en vahşi yöntemlerle katledilen, üzerilerinden tank geçen, diri diri yakılan, gözleri oyulan, karınlarındaki bebekler kasatura ile çıkarılan, derileri yüzülen, ölüleri “aynı soydan geldikleri zannıyla” köpeklerin önüne atılan, cesetleri dahi işkenceye maruz kalan, esirleri kimyasal ilaç enjekte etmek yoluyla sakat bırakılan, anatomileri bozulan insanları anmak, birkaç saat içinde bir şehir dolusu insanı yok eden “soykırım”ı dünyaya anlatmak üzere toplanacak olan farklı ideolojik duruşlara, farklı siyasi tercihlere sahip kişilerin Taksim’de bir “samimiyetsizlik sahnesi” kuracağına hüküm vermek “önyargı nişanesi” değil mi?
Önyargı “bireyde başka bireylere, toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan” bir duygu olduğuna göre, bu yazı son günlerde çokça yakınılan “nefret suçu” kapsamına alınamaz mı?
Madem “samimiyet testi” uyguluyorsunuz, “Hocalı’da öldürülen masum canlar için acı duymamak elde mi? O fotoğraflardaki parçalanmış bedenlere yürek sızısı duymadan bakabilmek mümkün mü?” diyorsunuz, “önyargılara” esir olmak yerine, kışkırtıcıların kuşatması altındaki Ermeni toplumunu, sistemli şekilde oluşturulan önyargıların esaretinden kurtarmaya ne dersiniz?
İşe Ermeni işgalcilerinin Hocalı’da yaptığının “soykırım” olduğunu ilan ederek başlayabilirsiniz...
“Yeni medya” hükümranlığı
Nasıl oldu da medya bu hale geldi, diye merak ediyorsanız cevabı benim için 3 haftadır ana referans kaynağı olan “Sızıntı: Wikileaks’de Ünlü Türkler” adlı kitapta.
Kitaba göre dönemin Ankara nezdinde ABD Büyükelçisi olan Robert Pearson 6 Haziran 2003’de ABD’ye yolladığı kiriptoda “Amerikan menfaatlerine karşı çıkan” dönemin generalleri hakkında analiz yaptıktan sonra Recep Tayyip Erdoğan’a destek verilmesi gerektiğini vurguluyor.
Barışlar’ın kitabına göre bu kripto Taraf Gazetesi’nde yayınlanmış, ancak aşağıda alıntı yapacağım bölümler sansür edilmiş.
Pearson şöyle yazıyor: “(generaller her an bir muhtıra verebileceği için-CÜ)...Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır.Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır” (ibid.s:178)
Bu tarihten sonra başta Türkiye’nin en çok satan 2. gazetesi olmak üzere bazı gazetelerin nasıl el değiştirdiğini, 2. büyük gazeteyi satın alanlara nasıl kredi bulunduğunu, bazı gazetelerin nasıl kıskaca alınarak “fedakarlık yapmaya” zorlandığını, muhalefet yapan gaztecilerin nasıl susturulduğunu hepiniz yaşadınız.
1 Mart tezkeresinin reddinden takriben 3 ay sonra hazırlanan kriptoda şunlar da yazıyor: “Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımıza açacağını taahüt etmektedir....” (ibid.s:178)
Nitekim, kullanılmasa da 1 Mart tezkeresi 6 Ekim 2003’de TBMM’de tekrar oylanmış, bu kez kabul edilmiştir. Bu belgeyi okuyanlar Türk medyasında 2003 sonrası yaşanan depremi çok iyi anlayacaklardır.
Cüneyt Ülsever / Yurt
Tamirci çırağı mübarek
Süreç içerisinde yazılanlar, konuşulanlar, yapılan yayınlar, verilen haberler, getirilen yorumlar herkesin önünde gerçekleşti; şimdi kalkıp “Yapılan yorumlar yüzünden böyle oldu” demek akla ve mantığa hiç mi hiç uymuyor.
Çanak-çömlek çatladı arkadaşlar; yapmanız gereken onarma işinde bizlere el vermeniz.
Fehmi Koru / Star
Pardon!..
Ali Bayramoğlu’na göre “emniyet ve yargı içindeki özerk bir yapı” kuşkulu deliller üreterek bu davaların yönünü tayin etmektedir.
İktidar canibinden ilk kez böyle bir itiraf geliyor...
Bugüne dek bu tez Balyoz ve Ergenekon sanıkları ile avukatları tarafından öne sürülmekteydi. Celal Ülgen, Hüseyin Ersöz gibi avukatlar devlet içinde sahte kanıt üreten bir şebekenin varlığından söz ederler. Balyoz, Kafes gibi davalardaki kanıtların düzmece olduğunu söylerler. Ne var ki, düzmece kanıtları imal ettiği söylenen “özerk yapı”nın üzerine gidilmediği gibi, generaller, albaylar, gazeteciler, aydınlar, yazarlar o kanıtlarla aylar hatta yıllardır hapiste tutulmaktadır. Kanıtların incelenmesini istediklerinde de “davanın sonunu bekleyin” yanıtı alınmaktadır...
Günün birinde bu davaların pek çok sanığına muhtemelen “pardon” denilecek. Ama o gün nice hayatlar sönmüş, pek çok kişi için iş işten geçmiş olacak..
Melih Aşık / Milliyet
Kural yok... Kutsal yok...
Radyo Televizyon Üst Kurulu’na,
Son altı ayda 200’e yakın şikayet olmuş.
Şikayet edenler sormuş;
’Fatmagül’ü bilemeyiz de bizim suçumuz ne?’
Tamam diyelim ki bazı diziler, ’çarpık ilişkiler, kötü örnek ve modeller, ahlak dışı gayrimeşru yaşantılar, gelenek ve kültürümüze aykırı davranışlar’ ile toplumun dengesini bozuyor... Başka bir yönüyle toplumun ’kültürel dinamiklerine’ siyasi tartışma adı altındaki bazı programlar sahibinin sesi birtakım aydın ve yazar takımıyla ’dinamit’ koyarak ’kutsal’ bildiğimiz milli ve manevi değerleri ayaklar altına alıyor... Diğer yandan toplumsal kirlenmeye çanak tutarak örf ve ananelerimizle alay eden ’desti izdivaç’ programları geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız yanlış yönlendiriyor. Ve dahası, birçok TV yayını toplumsal kirlenmeye çanak tutuluyor. İyi de bizler de ‘kural ve kutsalı olmayan’ bu tür programları bir yandan şikayet edip, öte yandan soluksuz izleyerek onlara prim vermiyor muyuz?
Metin Özkan / Güneş