Değişerek gerilemek....
Cok değil, günümüzden 50-60 yıl önce, meşruiyet dışında, ‘insan’öldüren bir kişinin toplumdaki adı; ‘katil’ idi. Katillerin toplum vicdanında yeri yoktu. Eski Türk filmlerini anımsayınız. Tanrı uzun ömürler versin; Eşref Kolçak’ın “Anne ben katil oldum” diye annesinin dizi dibinde ağlamasını ben hiç unutmadım... Katiller cezalarını çekip, hapisten çıksalar bile komşular onlara ‘iyi gözle’ bakmazdı. Onlar da çoğunlukla başka bir kente göçerdi...
Günümüzde ise; toplumun ‘göstergesi’ olduğu söylenen -bana göre de çarpık söyleşileriyle de, şeytanca bir toplum mühendisliği olan- televizyon dizilerindeki kan, silah, cinayet fırtınası; ‘katilliği’ yaşamın ‘bir parçası’ olarak algılamamızı istiyor. Ve bunun adına da ‘değişim’ deniliyor.
Doğduğum ilçe Sorgun (Yozgat) da, mezarlığın girişinde sol yanda üç metrelik dikey bir mezar taşı göze çarpar. O mezarda, 1940’lı yıllarda eşkıya ile çarpışırken şehit olan, nereli olduğunu bilmediğimiz bir Jandarma Çavuşu yatmaktadır. Çocukluğumda anam; “Geceleri o mezarın üstüne bir ışığın doğduğunu” söyleyerek o mezarın kutsallığını anlatırdı. Ve 1950’li yıllarda mezar ziyaretine giden tüm Sorgunlular önce o şehide dua gönderirdi...
Günümüzde ise, galibiyet kazanan futbol takımlarına sevgi gösterisi için sokağa dökülüp, trafik felç olurken; al bayraklı tabutlarla gelen şehitlerimiz için kimse sokağa dökülmüyor... Bu demektir ki; biz ‘değişiyoruz’veya değiştiriliyoruz!
Özgürlüğün kullanıldığı ‘değişmelere’gelince...1968’de Paris Sorbonne üniversitesinde ‘öğrenci hareketleri’ olarak başlayan kalkışma aynı yıl içinde kısa sürede sona erdi. Gerçekte olayları bitiren; Paris’i ve Sorbonne’u kuşatan Fransız Kolordusu değil, Fransız Komünist Partisi idi. (Bkz: Buket Uzuner, “İki Yeşil Su Samuru”) Bu tavrıyla Fransız Komünist Partisi, ‘Fransa’nın Partisi’olduğunu gösteriyordu...
Bizde ise, on yıl boyunca Kurtuluş Savaşı’nda yitirdiğimiz canlardan daha çok insanı toprağa verdik. Mahalleler bölündü, aileler bölündü, gönüller çoraklaşdı! Amaç, kuzeydeki ‘öcü’ kullanılarak Türkiye’nin dinamiklerini, ortak aklını kundaklamaktı. Başardılar da!Şimdi, bu gönül karartan konulardan biraz uzaklaşıp kitaplara dönelim...
Danimarka’da yaşayan Necmettin Bayraktar’ın öykülerini topladığı “Taşköprü” adlı eseri ilginç. Eser, doğum yeri Kerkük’te Hasa suyu üstündeyken yıkılan “Taşköprü” ye adanmış. Bizi günümüzde ve tarihte gezdiren Bayraktar; kitabın sonuna Irak Türkünün ruhunu yansıtan bir de oyun eklemiş. Doğal, gayretkeşlikten uzak bir anlatım var. Çok sevdim Taşköprü’yü.
Seher Duman ise birikimini, gönlünü, şiir gergefinde işlemiş. “Karanlıkta Yazabiliyorum Anne” adlı kitabında ‘şiir’var; anlamı sözlüklerde saklı sembollere boğulmamış; ‘Şairanelik’ten uzak şiirler! Zevkle okudum.
Okuyucularım, “Taşköprü” ve “Karanlıkta Yazabiliyorum Anne” kitaplarına Kora Yayınlarının (0.212) 513 79 00 numaralı telefonundan ulaşabilirler.
Temmuz ayının dergilerinden Alkış yine dopdolu. Kahramanmaraş’ta Oğuz Paköz ve Nihat Yücel’in özverileriyle yaşıyor. Dergiyi (0.344) 225 00 35 numaralı telefondan edinebilirsiniz.
Berfin Bahar Temmuz sayısını Rıfat Ilgaz’a ayırmış. Cazim Gürbüz’ün ‘artistik nesir’ dediği yazısıyla; Yılmaz Gruda’nın “Manzum Bektaşi fıkraları” öncelikle okunmalı. Dergiye www.berfin.net adresinden ulaşabilirsiniz.