Darbenin adı değişti
12 Eylül bir farkla devam ediyor. Bu kez korku toplumunu yaratanlar sivil
12 Eylül darbesinin 29’uncu yılı... Darbe öncesi tezgâhlanan kanlı olaylar, siyasi cinayetler, darbe sonrası idamlar, hapisler, işkenceler, fişlemeler on binlerce insanı yıllarca sürecek acılar içinde bıraktı.. Bir nesil harcandı. Halkın sesini kesen, sermayeye dikensiz gül bahçesi sunan bir “istikrar anayasası” hazırlandı. Tehditle, şantajla, baskıyla zorla onaylatıldı.
Geldik bugüne...
Dernekler, vakıflar, siyasi gruplar 12 Eylül’ü kınayan bildiriler yayımlıyor, gösteriler hazırlıyor. Hepsi iyi güzel... Ne var ki, 12 Eylül bitmiş değil... Sürüyor...
İşçilerin, öğrencilerin üzerine askeri rejimleri aratmayan hoyratlıkta gidiliyor.
Yargı iktidarın baskısı altına alınmış...
Kimi aydınlar, üniversite hocaları, rektörler, muhalifler, Ergenekon adı altında hukuksuz şekilde aranıp hapse atılıyor. Telefonlar dinleniyor. Ülke tam bir korku toplumu halinde...
Hoşa gitmeyen gazeteler 12 Eylül rejiminde çok çok bir - iki hafta kapatılır, sonra açılırdı. Şimdi temelli kapatılması gündemde.
Darbecilerin döneminde demokrasiye geçme umudu vardı. Bugün o umut da yok.
12 Eylül’ün ürünü olan sivil kadrolar darbecilerle hemen hemen aynı programı uyguluyor. Darbe sürüyor... Sadece adı “askeri” değil...
Melih Aşık / Milliyet
+++
Demokrasiye 1 kala
Dün gibi hatırlıyorum; 12 Eylül 1980 sabahı babamın, “Kalkın darbe oldu” sözleriyle uyanınca aklımdan geçen şey, “Gitti 30 yıl” olmuştu...
Ne kadar safmışım? Çünkü gerçek bir demokrasinin 30 yıl sonra da olsa gelebileceğine inanıyormuşum!
Askeri cuntanın, ülkeyi bir din devletine dönüştürecek kadroları yetiştirip piyasaya süreceğini aklıma bile getirmemişim... Ama henüz umudumu yitirmedim: Nede de olsa 30 yılın dolmasına daha kocccaaammaaannn 1 yıl var!
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
DTP ne
yapmak istiyor?
Bu soruyu kardeş gazetelerinizin etnik ayrılıkçılıktan sorumlu,
provokatör ve gerilla
kökenli psikolojik operasyon görevlilerine sorsanız
daha yararlı
olmaz mı?
Bayraklara sarılı dizi dizi şehit cenazeleri toprağa verilirken Silâhlı Kuvvetler’e terör örgütüne karşı operasyonları durdurma çağrısı yapmak neyin nesidir?
Bir siyasi çözüm çabası mı, yoksa acısı yurdu sarmış yürek yangınlarına benzin döken bir tahrik mi?
Gazetelere Ahmet Türk’ün demeci genel olarak “PKK elini tetikten çeksin” başlığı ile girdi. Keşke çağrı bundan ibaret olsa.
Ama değildir; Ahmet Türk “normalleşme için operasyonlar durmalı, PKK da elini tetikten çekmelidir” diyor.
Bu ateşkes durumudur.
Terör örgütünün resmen tanınmasıdır.
DTP’liler sivil örgütleri ziyaret ediyorlar.
En yararlı ziyareti dün gerçekleştirmiş sayabilirler kendilerini. Çünkü Türkiye Barolar Birliği’nde onlara ayaklarını yere basacak gerçekler açıkça söylenmiştir:
“Ortak eğitim dilinin Türkçe olması bizim olmazsa olmazımızdır. Güç kullanma tekelinin devlette olması ilkesinden vazgeçilemez.”
Bunların ihlâli cumhuriyeti zedeler.
Cumhuriyet sakatlanırsa demokrasi kalmaz. O zaman neyin açılımını yapacağız?
Güngör Mengi / Vatan
+++
İhanet yeni değil
Karanlıkları aydınlatma meraklılarında göze çarpan ortak korku: Arşiv!
Toprağı eşerler, deniz altında dalgıç yüzdürürler ama el altındaki belgelerin tozuna ‘püf’ dememek için de bin dereden su getirirler.
İhanetlerinin faturasını millete ödetmeye kalktıklarında ya ABD’li düşünce kuruluşlarının çetelelerini, ya da AB komiserlerinin çizik dolu adisyonlarını koyarlar önümüze.
İhtiyacımız olan şey “açılım merceği” ise bırakın devlet veya kurum arşivlerini, kişisel bilgi/belge depolarımız bile onlardan çok daha işlevsel değil midir?
İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş. Bu sorulara cevap ararken, özellikle din sosyolojisi alanında önemli eserler vermiş olan Prof. Dr. Yümni Sezen imzalı bir posta buldum masamda. Muhtemelen benim evimizin önünde sek sek oynadığım yıllara ait, özenle kesilip saklanmış üç yazı göndermiş...
Üçü de Fehmi Koru’nun kaleminden çıkmış bu yazılara göz atıp “arşiv”in nelere kadir olduğunu birlikte değerlendirelim:
1. “Irk farklılığını vurgulayan bir milliyetçilik anlayışına aynı anlayışla karşı çıkılamaz. Arapçılığa karşı Türkçülük başarısız olmuştur. Bugün de Kürtçülük akımlarına “Türkçülük” ile karşı durulamaz.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan vatandaşlar “Ne Mutlu Türk’üm diyene” veya “Bir Türk dünyaya bedeldir” türü sloganların niçin kendi bölgelerindeki kent, kasaba ve köylerde boş bulunan her yere yazıldığını soruyorlarsa, bu soruları haksız kabul edilebilir mi?” (2 Ağustos 1990)
2. “Bakanlar Kurulu’nun yaptığı aslında çok basit bir işlem: 1983 yılında çıkartılmış “Türkçe’den başka dillerde yapılacak yayınlarla ilgili kanun” adını taşıyan 2932 sayılı yasayı yürürlükten kaldırmak...
Yapılacak şey bellidir: Özgürlüklerin kapsamı düşünce ve ifadeyi de kapsayacak tarzda genişletilmeli ve bunu yaparken de şaşkınlığa sebep olmamak için kamuoyunu hazırlayıcı tartışmalara fırsat verilmelidir. Dilin konuşulmasını serbest bırakıp o dille bazı fikirlerin ifadesini yasaklamak kadar saçma bir tutum olamaz...” ( 29 Ocak 1991)
3. “Turgut Özal ABD gezisine “Pandora’nın Kutusu”nu açarak çıktı. Bu defa ortaya attığı konu GAP televizyonu ekranında Kürtçe yayın yapılması... Sayın Özal’a göre Kürtçe konuşulmasını yasaklayan kanun yürürlükten kaldırıldığına göre, Anayasanın 26. maddesinde yer alan “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” hükmü de artık geçersiz.... Konuyu sadece dil veya Kürtçe sorunu olarak görmemek gerek... Türkiye’de çerçevesi sivil olmayan kesimler tarafından çizilmiş anayasalarda belirlenen resmi görüş dışındaki fikirler de devletin televizyonunda yer alamıyor... Beğenilmeyen dil Kürtçeden ibaret değil. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın Türkçe ve Kürtçe dışındaki anadilleri de yasaklı. Kıyamet kopan Bosna Hersek’ten Boşnakça bir mesaj duyduk mu? Türkiyenin cevap vermesi gereken soru, 70 yıl öncesinin ilkelerini 21. yüzyıla taşıma anlamsızlığını sürdüren, çağdışı bir ülke mi olacaktır, yoksa başka diller konuşan insanların da vatandaşı olmakla kendilerini mutlu hissedecekleri bir ülke mi?” ( 23 Nisan 1992)
Yazıların, ABD istihbarat servislerinin uzantısı durumundaki düşünce kuruluşlarının “Neo-Osmanlıcılık”ı doğurduğu gün-lerde kaleme alınması tesadüf olabilir mi?
Koru’nun ifadesiyle “kamuoyunu hazırlayacak tartışmalar”ın miladı, Turgut Özal’ın “federasyon”u gündeme getirdiği, resmi ideolojisi “Osmanlıcılık-İslamcılık” sentezi olan “II. Cumhuriyet” projesi için kadrolar yetiştirildiği günlere dayandığı için mi korkuyorlar arşivlerini halka açmaktan? Geçmişlerini sakladıkları yer Pandora’nın Kutusu mu yani? Kapağını biraz aralarsalar;
Aynaya “tanzimat aydını” olarak yansıyan diğer kimlikleri mi çıkar dışarıya?
Bilinçaltlarındaki kronikTürk düşmanlığımı açığa çıkar? “Balık hafızası”na güvendikleri toplum “Sakın, başka milletlere bakarak, sen de milli bir ad isteme!” baskısıyla törpülenen kimliğini mi hatırlar? Fikir babalarınıın “Eşek Türk” aşağılamaları mı gelir akla? 100 yıl önce, bir tek kuyruğuna teneke bağlamadıkları bu milletin “egemenliğe” sahip olmasını sindiremeyip rövanş istediklerine dair bir kar suyu mu kaçar kulaklara?
Milliyetçiliğe karşı kaybettiklerini geri almanın mücadelesine düşen bir grubun “açılım bahane, intikam şahane” tezgahına düştüğümüz mü anlaşılır?
“Ben lafımı ortaya korum” beğenen alır, beğenmeyen Koru’nun yaklaşık yirmi yıl önce yazdıklarını bir kere daha okur. Bakmayın siz Orhan Veli’ye. Demek ki neymiş? Hiçbirşey birden bire olmuyormuş. İntikam, derin dondurucuda yüz yıl bekletilip soğuk servis edilen bir yemekmiş.
Fehmi Koru
+++
Aşiret
ABD Büyükelçiliği, vize başvurusu için form dolduran Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından “bağlı bulundukları aşiret ismi” ni de yazmalarını istiyor.
Yakında aşiretlere bölüneceğiz ya!
Şimdiden hazırlık...
Işık Kansu / Cumhuriyet
+++
Uyarmakla oluyorsa
“uyarmadı” demeyin
AKOM diye bi yer var. Devasa salon...
Duvarlarda yüzlerce plazma ekran, 24 saat canlı yayın, dijital saatler, mobese kameraları, uydudan haritalar, ortada 70 kişilik oval masa, herkesin önünde mikrofon, yanında bilgisayar, hepsi elsiidi, ayrıca leptop, önlerindeki elektronik verilere bakıp, kablosuz telefonlarıyla sağa sola talimat yağdıran kravatlı adamlar, telsizler, hoparlörler, sinyaller falan, ciyesemler zırıl zırıl, ellerinde kâğıtlarla oraya buraya koşuşturanlar, bir telaş atmosferi, bir hummalı faaliyet ki, sorma.
Sanırsın NASA’dır...
Uzay mekiğinde sorun var, İkitelli’ye inemiyor.
Ve, bu müthiş afet koordinasyon merkezinden, hep aynı koordinat çıkıyor: “Çıkmayın!”
Yağmur yağar, “evden
çıkmayın.” Deprem olur, “eve girmeyin.” Kar düşer, “okula gitmeyin.” Buzlanır, “trafiğe çıkmayın.” Poyraz eser, “vapur iptal.” Sis olur, “deniz otobüsü iptal.” Lodos var, “sobaları söndürün.” Denize lağım akar, “yüzmeyin.” Deniz çeşmeye karışır, “içmeyin.” Bu iş “uyarmak”la bitiyorsa, bakın “uyarmadın” demeyin kardeşim... Bunları boş verin, iş işten geçmeden, Bünyamin Sürmeli’yi seyredin, ölmeyin.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
İstanbul toprak rantının kurbanı
Bir orman mühendisinden
(Faruk Çebi) gelen mektubu
yayınlıyoruz: “2007 yılının son çeyreğinden bu güne kadar ormandaki rehabilitasyon çalışmaları tamamen durdurularak kaçak dökümlerle İstanbulumuzun coğrafyasının bozulmasına neden olundu. Kamu milyonlarca dolar zarara uğratıldı, coğrafya bozularak sel ve taşkınların önü açıldı. Bu gerçek, tam bir yıl önce dile getirildi, gerekli önlemlerin alınması yönünde ilgili makamlar uyarıldı. Uyarıları dikkate alıp çözüm üreteceklerine kadroları dağıttılar. İstanbul’da yaşanan bu felaketin esas nedeni aşırı yağış değil, ranta kurban edilen kişi ve projelerdir. Yaşanan felaketin dayanağı, emir erlerinin görev erlerine tercih edildiği bir yönetim anlayışıdır. Ormancılara göre felaketin bir cümle ile özeti şudur: “Toprak döküm rantı intikam aldı!”
Yalçın Bayer / Hürriyet
+++
Misyon kardeşliğini keşfettiler
Dünkü Taraf’tan yerli yerinde bir haber başlığı. Bulgaristan’dan bildiren Sezin Öney “Milliyetçiliğin panzehiri diziler” diyor. Türk dizilerinin yayımlanmaya başlaması, Avrupa’da ülkemize karşı sempati doğurmuş...
Neden dersiniz? Dizilere bakınca “Aaa bunlar hiç Türk’e benzemiyor” deyip, kimliksizleştirme konusunda epey mesafe katettiklerini gördükleri için bu kadar hoşlanmış olabilirler mi? Bu haberin de teyid ettiği gibi televizyon psikolojik savaşın en önemli silahlarından biri. Hepimiz yıllarca Amerikan yapımları aracılığıyla “dünyalı” gibi düşünmeye itilmedik mi? Uyutulup, uyuşturulmadık mı?Son dönemde Hollywood gençlerinin, pembe dizi entrikalarının yerini neden Behlül’ler, Bihter’ler aldı ki? Misyon kardeşliğinden ötürü olabilir mi?
+++
MİNİ YORUM
Okuyucunun tasfiyesi
“Sadece okuyucularının satın alabildiği gazete” olarak 8 yaşına giriyoruz. Bunca baskıya, ötelemeye rağmen bunu başarmak kolay iş değil. Körler sağırlar birbirini ağırlar olmazsa, adına“Yeniçağ” denmiş bu duruştan taviz vermeyen herkesin tebrik etmeli. Bu yüksek maliyet, yüksek vicdan, yüksek şuur gerektiriyor çünkü. Kuralına uygun olarak, sadece satın alabilenin, yani milli tavır sahibi okuyucusunun tasfiye edebildiği bir gazete kimliğiyle, nice yıllara..