Daha önce Sidret’ül müntehâda mı oturuyorlardı?
17 Aralık sabahında başlayan ‘yolsuzluk ve rüşvet soruşturması’nın gündeme düşmesiyle birlikte devletin içinde amansız bir güç savaşı başladı.
Bir cumhuriyet savcısının başlattığı ve içinde Halkbank Genel Müdürü’nün, AKP’nin 4 bakanının ve bakan çocuklarının adının karıştığı, bakan çocuklarının evlerinde çıkan milyonlarca dolar ve euro, para kasaları, para sayma makinelerinin, banka genel müdürünün evinde ayakkabı kutuları içinde saklanan 4.5 milyon dolar ve telefon dinlemelerine takılanların “yeşiller geldi” gibi ve benzeri konuşmalarının kapladığı bu yolsuzluk soruşturmasına kilitlendi Türkiye.
Yıllardır kınında paslanan kılıçlar karşılıklı çekildi ve taraflar acımasızca birbirine hamle üzerine hamle yapmaya başladı.
Ve iktidar sahnesi savaş alanına dönüştü...
Başbakan Erdoğan, gerginliklerden beslenen kişiliği ve karakteristiği ile süreci gittikçe büyüttüğü vites ile tırmandırmaya devam ediyor.
Soruşturmanın daha ilk gününde yargıyı rahatlamak yerine, karşısındaki cepheyi çoğaltarak savaşmayı tercih ediyor. Gezi olaylarında olduğu gibi bu ‘yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturmasını da zamanlama açısından ’mânidar’ buluyor, ‘küresel operasyon’ olarak yorumluyor, ‘dış mihraklar’ı hedef gösteriyor ve Ergenekon, Balyoz gibi dâvâlarda olup bitenleri göz ardı ederek inanılmaz bir şekilde ‘mâsûmiyet karînesi’nden bahsediyor.
Nihâyet bütün bunları da yolsuzluklardan hiç ama hiç bahsetmeden ’Fethullah Gülen ve cemaat’e fatura ediyor.
“İnlerine gireceğiz” diyor, “devletin içine sızmış çete” diyor, “devletin içindeki paralel yapı” diyor, “yargıda olduğu gibi polisin içinde de yuvalanmışlar” diyor.
Soruşturmayı açan savcı için, “ajan” diyor, “sen nereye çalışıyorsun söyle, söylemezsen ben söylerim” diyor.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndan şikâyet ediyor, “devlete kapağı attılar mı bir daha kapının önünde koyamıyorsunuz ama bunu da düzenlememiz gerekiyor” diyerek savcıyı millete ihbar ediyor, HSYK’yı azarlıyor, “Danıştay’ı da halledeceğiz, halledince görürüsünüz nasıl halledeceğimizi” diyor.
Başbakan ve arkasındaki koro, aynı nakaratlarla konuşuyorlar, devletin içine çöreklenmiş bir “paralel yapı, terör örgütü, çete” olarak cemaati hedef tahtasına koyuyorlar.
11 yıldır devam eden AKP iktidarı, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, bakanları, bürokrasisi, medyası, yazarları, sosyal medyadaki muvazzaflarıyla hedef tahtasına koydukları cemaatin “paralel yapı, terör örgütü, çete” olduğunu sanki yolsuzluk soruşturmasıyla keşfetmiş gibiler.
Ellerindeki MİT, İçişleri Bakanlığı, askerî ve emniyet istihbâratı 11 yıldır kendilerine bu konuda bir kez bile bilgi, belge vermemiş, istihbarat raporu sunmamış gibiler.
31 Mayıs 2010 tarihinde Mavi Marmara gemisi İsrail tarafından basılıp gemideki 9 vatandaşımız katledildiğinde Fethullah Gülen, “İsrail’in onayı olmadan hareket etmek otoriteye başkaldırmaktır” dediğinde, Bülent Arınç, “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” derken devletin içinde ’paralel devlet’ yok muydu?
1 Ağustos 2010 referandumu öncesinde Fethullah Gülen, “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım” dedikten birkaç gün sonra Başbakan canlı yayında, “Okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerime teşekkür ediyorum” derken devletin içinde ‘paralel devlet’ yok muydu?
10. Türkçe Olimpiyatları kapanış konuşmasında, “Gurbet aynı zamanda garipliktir. Onun için de biz garipliğe tahammül edemeyiz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir” derken ve hitap ettiği cemaat topluluğu bu sözleri ayakta alkışlarken devletin içinde ‘paralel devlet’ yok muydu?
Türkiye’de sınav şâibeleri ayyuka çıktığında ve AKP iktidarı bütün bunları görmezden geldiğinde devletin içinde ‘paralel devlet’ yok muydu?
“Ne istediler de vermedim” derken Başbakan, her istediklerini verdiği zamanlarda devletin içinde ‘paralel devlet’ yok muydu?
O zamanlar cemaat bugün girmek istediğiniz ‘inlerinde’ değil de ‘sidretü’l müntehâ’da mı ikâmet etmekteydi?
Hiçbir madalyon tek yüzlü değildir.
Bugün Başbakan ve AKP iktidârına hamle üzerine hamle yapan cemaate de sormak isterim.
AKP iktidârının 11 yılı boyunca Fırat’ın kenarındaki koyun, güvenlik içinde mi otluyordu, Başbakan ve Bakanları ve bütün bürokrasisi hususî işlerini görürken kendi şahsî mumlarını mı yakıyordu, tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenmesinden uykuları mı kaçıyordu, dedelerinin kurmalı saatlerini mi kullanıyorlardı, Başbakan’ın çocukları Amerika’da iş adamlarının burslarıyla değil, Türkiye’de devlet okullarında mı okuyordu, kâşânelerde değil, nohut oda bakla salon evlerde mi oturuyorlardı?