Çok değerli hocam, Jandarma subayıyım...
(Bu yazıda başlık ve bu cümle hariç tamamı bir jandarma subayının mektubudur.)
“Aşağıda belirtmeye çalıştığım hususlarda bizlere tercüman olabileceğiniz ümidiyle size yazıyorum. İlginize şimdiden teşekkür ederim. Memleketimizin içinden geçtiği süreç malumunuzdur. Mevcut durumun, mücadeleye başladığımız ilk günden daha kötü ve karamsar olduğunu, işin içinden birisi olarak söyleyebilirim. Birilerinin sırf oy alma uğruna öve öve bitiremediği çözüm süreci iki kesime çok büyük zararlar verdi:
1. Koruculara ve devlet yanlısı bölge halkına.
2. Güvenlik güçleri; ancak daha çok askeri personel ve ailelerine.
Koruculara neler yapıldığı, nasıl tek tek şehit edildikleri ve devletin süreç hatırına hiçbir şey yapmaması basına hep yansıdı. Devlet yanlısı halkın durumu daha da vahim durumdadır. Ne can ne de namus emniyetleri kaldı. Devletin yanında olmaktan bin pişman durumdalar. Allah, terörle mücadelenin sivil ve yöreden ayağını oluşturan bu iki gruba yardım etsin.
Bu süreçte mağdur olan ve tamamen savunmasız kalan ikinci kesime gelince; onların durumu bölgede terör örgütünün mü, yoksa devletin mi egemen olduğunu göstermesi bakımından çok manidar. Terör örgütünün silahlı şehir yapılanmaları, malumunuz varlığını Haziran 2014’teki Lice olayları ile net bir şekilde duyurmaya çalıştı, 6-8 Ekim olayları ile ispat etti ve son olarak da Cizre olayları ile perçinledi.
Artık bölgede ilçe ve il merkezlerinde egemen olan devletin resmi kolluk kuvveti olan polis değil, bilakis silahlı şehir teröristleri olan YDG-H’lılardır. Bu şehir teröristleri sözüm ona asayiş uygulamalarını yaparken bir yandan da askeri personelin ailelerinin evlerini tespit ediyorlar. Kapılarına işaret koyuyorlar. Sivil ve silahsız masum vatan evlatlarını sokak ortasında şehit ediyorlar. Şehir içinde yol kontrol noktalarında arama yaptıkları bayanların subay-astsubay eşi olup olmadıklarını sorguluyorlar. Çocuk okul servislerinin ve çocukların okudukları okulların keşfini yapıyorlar. Son durum itibariyle hangi askeri personelin eşi hangi kurumda çalışıyor ve hangi arabayla gelip gidiyor plakalarını tespit etmiş durumdalar. Hakeza asker çocuklarının da okulları ismen belirlenmiş. Eylem için kendilerince uygun zamanı bekliyor bu şehir teröristleri. Ama devlet, tüm bu olup bitenler karşısında kılını dahi kıpırdatmıyor.
Oysa ki bölgede görev yapan personel çok tedirgin durumdadır. İster lojmanda otursun ister dışarıda fark etmiyor. Personelin kafası rahat değil; aklı, okula giden çocuğunda ve işe giden eşinde kalıyor. Personel son olaylardan sonra çoluğunu çocuğunu memlekete göndermeye başladı ve büyük bir şehirde ev tutup oraya yerleştirdi. Tabii personelin ve ailelerinin bu güvenlik sorunu personelin kendisinin iptidai çözümlerine bırakılacak kadar basit ve önemsiz değildir. Hocam; Diyarbakır’da eşi gözünün önünde kafasına sıkılan bir kurşun ile şehit edilen asker eşinin psikolojisini anlayabilecek bir yetkili düşünemiyorum.
Zira başta hükümet yetkilileri buna bir çözüm bulmak durumundadır. Personelin, kafası rahat bir şekilde görev yapabilmesi için tedbirler alınmalıdır. En azından bölgenin tamamı eş götürülemeyecek garnizon olarak ilan edilmelidir. Çoğu ilde 3 veya 4 olan, bu illere ailelerin götürülmeyecek olmasından dolayı görev süreleri gözden geçirilmelidir. Aileden 4 yıl uzak olmanın etkileri göz ardı edilmemelidir.
Kimse Pakistan’da asker çocuklarının okuduğu okula yapılan saldırının bir benzerinin Türkiye’de olamayacağı iyimserliğine kapılmasın lütfen. Saygılarımla...”