Çoban ateşleri gün sayıyor Anadolu’nun dört bir yanında...
Hiç uzatmayacağım (aslında çok uzatasım, uzuuun uzuuuun bir bilseniz neler yazasım var bugüne dair ama, metropol yönetiminin üstün kabiliyeti dolayısıyla saatler sürecek bir elektrik kesintisine muhatap olduğumuzdan bilgisayarımın şarjıyla yarış halindeyim şu anda)...
***
Mustafa Kemal’i “Atatürk” yapan;
-Evet Çanakkale bile yeterdi aslında bu milletin şeref kürsünün ona tahsis edilmesine ama- Samsun’a çıkması ve hanidir yüreğinde uygulanmak üzere çırpınıp duran “işgale karşı direniş” kararını hayata geçirmesiydi...
***
O’nu “Atatürk” yapan;
“Hücrelerde benzi solmasın” diye, “yılları heba olmasın” diye, “ekmeği alınmasın” diye, “rütbesi çalınmasın” diye üzerinde taşıdığı üniformaya ihaneti gerektirse bile “Emr-i ferman yüce hünkarımızındır” demek ve memleketin göz göre göre bölünüp parçalanmasını sineye çekmek, hatta bu “sürecin muhafızı” olmak yerine, Mondros’un ağır şartlarına itiraz edebilmesi ve “İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerinin İngilizlerden fazla haklı ve nazik ve buna karşı cemile gösterecek emirleri tatbik etmeye yaradılışım müsait olmadığından (...) kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime tayin buyuracağınız zatın süratle gönderilmesini rica ederim...” diye Yıldırım Orduları Grup Komutanı’yken istifasını verebilmiş olmasıydı.
****
Siz ne dersiniz bilmem ama bana kalırsa O’nu “Atatürk” yapan;
Dalga geçer gibi bir Türk subayı olarak “vatan toprağına kast edenleri, milletini katledenleri” görmediğini, duymadığını, bilmediğini ilan etmek, “çekildiklerini söylüyorsunuz ama hani nerede” diye acziyet göstermek ve Türk ordusunu gülünç duruma düşürmek yerine, devrin sadrazamı İzzet Paşa’ya “bunları görün, duyun, bilin” diye aynen şöyle haykırabilmesiydi:
“İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu gibi, mukabele edebilmekte devam olunursa, şimdi Kilis-Payas hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizlerin yarın Toroslara kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya-İzmir hattının işgali gibi tekliflerin birbirini takip edeceği ve ordumuzun kendileri tarafından sevk ve idare ve hatta vükelamızın Britanya hükümeti tarafından intihap edilmesi gibi teklifler karşısında kalmaklığımız ihtimalden uzak değildir (...)”
***
O’nu “Atatürk” yapan;
Türk askerlerini “terörist” diye yaftalayabilmek üzere köstebek yuvasına çevirdikleri topraklarda “silah ve mühimmat” arayanlara “buyurun bir de kozmik odamıza bakın” diye yol vermek yerine “Ne ahmaklık! Silah ile mühimmat arıyorlar. Biz ise kafamızla imanımızı götürüyoruz. Bunlar bir milletin istiklal aşkını ve mücadele azmini takdir edemezler. Bütün güvendikleri maddi kuvvettir” diye, “bir umut” bekleyen millete ihtiyacı olan özgüveni, cesareti, azmi aşılayabilmesiydi.
***
O’nu “Atatürk” yapan;
“İstikbali gitmesin” diye “istiklalin gidişi”ne seyirci kalmak yerine, daha bir “Osmanlı subayıyken”, “Kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi” noktasına gelen Türk Milletine “bunun yolunu göstermek ve bütün ordu
ile beraber yardım etmek” kararlılığını gösterebilmesiydi.
***
O’nu “Atatürk” yapan;
Toplumun üstüne salınan tomalara, tazyikli çakıl taşlarına, sürüldüğü çamur tarlalarına, boğucu biber gazlarına, bir sabah ansızın kapısında beliren ileri demokrasi memurlarına, bu zulme, baskıya, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, vicdansızlığa, şehit verdiği evlatlarının kanlarının üzerinde halay çekenlere razı olmaya zorlanmasına karşı “kasaptaki ete soğan doğramam” demek, “siz de böyle marjinallikler yapmayın canım, oturun oturduğunuz” yerde diye sindirmeye çalışmak, “du bakali n’olcek” diye beyhude bir bekleyişe hapsetmek yerine, o dönem çapulcu yağması altındaki Antep’te bulunan ailesini ‘düşman ayağı altında kalmasınlar’ diye nakletmeye çalışan Ali Cennani Bey’e verdiği “Memlekette adam kalmadı mı? Kendinizi müdafaa etmek çaresini düşününüz...” cevabıdır!
Gökten zembille “kurtarıcı” inmesini beklemek yerine kurtarmaya soyunmaktır Mustafa Kemal’i “Atatürk” yapan Türk Milleti’ni bir kere daha “devlet kuran irade”ye dönüştürebilmektir.
Tarık Zafer Tunaya, 19 Mayıs 1963’te Cumhuriyet’te yayınlanan yazısında “İmparatorluk harabelerinin karamsar havası içinden sıyrılarak Karadeniz’e açılan Bandırma’nın on dokuz yolcusu Samsun’a ayak bastıkları zaman, Türkiye adını verdiğimiz ülke üzerinde yer yer çoban ateşleri parlıyordu. Müdafaa-i Hukuk ateşleriydi bunlar’85 Vilayetten köylere, mahallelere kadar gizli açık toplantılarla milli bir kuruluşun planlaması yapılıyordu. Samsun’a çıkanları böyle bir ruh karşıladı. Yer yer yanan ateşleri bir meş’ale hâlinde tutuşturmak gerekiyordu. Devrimci ekibin görevi dağınık enerjileri birleştirmek olmuştur...” diyordu ya...
O gün -iyi bakın etrafınıza- bugündür aslında;
Balıkesir’de bedeni yerde sürüklenirken bile ay-yıldızlı bayrağı yere değdirmeyen o ihtiyar, aksakallı dedeye bakın,
Bursa’da “polis kuşatması”na rağmen egemenliğimizin sembolü olan bayrağı teslim etmeyenlere,
Kayseri’de millete “ihanet çağrısı” yapmaya gidenleri gerisin geri gönderenlere,
Afyon’da, Manisa’da, Samsun’da, Trabzon’da, Muğla’da “Öcalan’ın kuryeleri”ni şehirlerine, mahallerine, sokaklarına sokmayanlara,
“Üniversitede PKK istemiyoruz” diye “bilim yuvaları”nın kapılarında etten duvar ören o gencecik çocuklara,
Şehidinin hakkını helal etmeyen analara,
Yaşadığınız sokaklara bakan kırmızı-beyaza boyanan apartmanlara, gelincik çiçekleri açan camlara, balkonlara,
Tasfiye listesinde olduğunu bildiği halde kalemini kırmayan ve son satıra kadar “gerçeği” haykıran gazetecilere, yazarlara,
Zindanda bile yıkılmayan, yılmayanlara,
“Başımıza bir hal gelirse” korkusunu yırtıp mücadeleye atılan öğretmenlere bakın;
Biatla olmadığını anlayıp meydanları dolduran işçilere,
“Gaflet, dalalet ve hatta ihanet içindeki iktidar sahipleri”ne karşı duran her kim olursa onun yanında yek vücut olan bu “arif millete” bakın;
“Çoban ateşleri” gibi yanıyorlar Anadolu’nun dört bir yanında.
Bir “meşale” gibi tutuşmak için gün sayıyorlar...