Çıplağın rengine uymaz medeniyet
Öyle diyordu son şiir kitabının en başında: “Oğlum! Sana kitap bırakıyorum, içi dışı ben...” Derlemekte olduğum söz yadigârlarının arasına almıştım Hakan Sürsal’ın bu sözünü. Şimdi, Sone Yayınları’nca yayımlanan ilk öykü kitabı “Sigaralar ve Kargalar” var elimde. Bu kitabın dışını bırakalım -alanlar görür onu-, bakalım neler var içinde.
Öyküler bir şair tarafından kaleme alınınca, imge yüklü şiirsel satırlar çok oluyor. Öyküye bezek oluyor bunlar. İşte birkaç örnek: “Yarın dışarı çıkıp âşık olacağım, uyumalıyım”, “Can çekişen karanlığın öfkesinden kaçıyor bir grup taze ışıltı”, “Artçı ruh sarsıntıları”, “Usanmadan yüzmelisin suyun derisini”, “Gökyüzü güneşle çiftleşiyordu”, “Nasırlı notalardan denize marşlar salıyorlar”.
Hakan Sürsal, Azerbaycanlıların “Gaddar Nesir” olarak adlandırdığı akıma uygun bir anlatım tarzını seçmiş. Acımasızları ve acımasızlığı, acımasız bir kurgu ve dille anlatıyor. Öykülerin mekânları farklı, özel, gizemli. Seçtiği tipler, belleklerde derin izler bırakıcı.
“Küçük Ayrıntılar” adlı öykünün şu satırları beni, Sarıkamış’a, Hanak’a, Pasinler’e götürdü. Anlatım güzel, içerik iç sızlatıcı: “Ama bizim diyarlar hep kış. Kara kış! Giyinmeyi unutmuştur mevsimsizliğin bebeleri. Hatırlasalar da yokluğun pabucu uymaz ayaklarına. Üşürken yanarlar inim inim. Hani dersin ya, ’İnsan her şeye rağmen dik durmalı’, durmaz! Çıplağın rengine uymaz medeniyet. Titretir. Hele bir de açlık yok mu o açlık. Umudu, dağa kaldırıp, karalı tepeleri kana bulayan.”
Zirvelerden bırakılır ayrılık
bildirileri
Mustafa Aslan’ın Bengü Öykü’den çıkan “Kedisiz Sevda Zamanları” adlı öykü kitabında da şiirsel satırlar çok: “Türküler yanmaz”, “Yüzüne şiir serpmişsin uyansın diye”, “Aşırı dozda sevgi almak”, “Ayrılıklar hep dağ başlarında olurdu. Rakım yükseldikçe her coğrafyada ayrılıklar körüklendikçe körüklenirdi. Kimileyin ayrılıkların bildirileri dağların zirvelerinden bırakılırdı aşağılara”.
Kentin her şeyini öykülerine sokmuş Aslan. Sokakları, çarşıları, evleri, mezarlıkları, parke taşları, asfaltları, çamurları, tozları, kuşları ve geceleri; bir mekân ve malzeme olmaktan daha ötelere götürüp farklı anlamlar ve gerçeküstülükler yüklüyor onlara. Ve tabii ki insan var bunların üstünde ve içinde. Sınırlarını genişlettiğini sanırken, kendisine yeni sınırlar çizen insan. Gözlerini çıkarıp pencere kenarına koyarak, kente ve kendi içine başka gözle bakmayı deneyen insan.
Ve “Yandı ha yandı!” dediğimiz bir kent. Yazar her 2 Temmuz günü intihar kayalıklarına çıkıp bakıyor bu kente. Gül açıyor her yan. Güller türküler söylüyor, şiirler okuyor, semaha duruyor mavi gökyüzünde. Ne zaman Madımak türküsünü duysa içi ürperiyor.
Kent dışına taşan öyküleri de var Aslan’ın. Memleketi Kilis’ten kaçakçı manzaralarını gösteriyor “Sessiz Tanık” adlı öyküsü. “Köçek” te kalıpyargılarımız, saplantılarımız, sevgisizliğimiz, kökten kopuşumuz dillendiriliyor. Tarih kitaplarının görmediği tarihsel ayrıntı ve gerçekler bunlar. Tarih bunlarsız yorumlanamaz. Ve “Sırdaşım Bez Bebek” adlı öyküde insanı isyan ettiren yıkılası töre çirkinlikleri: 11 yaşında evlendirildiği gece, iç organları parça parça olup ölen kız çocuğu. Babasının bu ölüme mukabil, aldığı yüklü kan parası ve bu parayla açılan o yanası dükkân...