Çığlık
Allah gani gani rahmet eylesin Ömer Lütfü Mete’ye... Bizim “Yitik Kuşak” ın romanını yazmıştı. “Çığlığın Ardı Çığlık”... Bizi dinozor gören yeni nesil pek bilmez. Bu romanın yeni baskıları yapılmadığı için kimse “Ruhçağızım” diyen Bahri’yi bilmez.. 12 Eylül’ün derin acılarını ruhunda hissetmeyenlerde “Kimsenin aleyhinde olmayan kendi aleyhindedir. Herkesle, her türlü insanla barışık yaşayan kişi, kendisiyle savaşmak zorunda Kevser. Bense kendimle barış içindeyim ve düşman kazanmam kaçınılmazdı.. Yine de bunu kendi isteğimle seçmiş sayılmam.. Dava adamı olmak derttir ruhçağızım, yaradılıştır.. Ama buna rağmen sorumluyum.. Şimdi bütün varlığımla sorumluluğu anlamlandırmaya çalışıyorum.” Sözlerindeki derinliği fark edemez. Çığlık atmayan çığlığın ardındaki çığlığı duyabilir mi?...
“Hasdal’dan bir ses, bir çığlık daha... Duyuyor musunuz...?”
e-postasını alınca kayıtsız kalamadım. Bu ses, bu çığlık hiç de yabancı değildi bana.. Biz Orhaniye Kışlası’nda, Zırhlı Birlikler’de çığlık atmış duyuramamıştık.. Çok sevdiği Turan topraklarında son nefesini veren Yüzbaşı Seyfi Demiray ağabeyimle Azerbaycan’dan duyduğumuz çığlıkla vardığımızda iş işten çoktan geçmişti. Oradaki kadere de tebessüm ettik. Bizim kuşağın kaderi deyip geçemesek de tarihe tanıklık etme adına küsmedik.. Daha çok küçüktü “aşkımın ruhu”. Hem ağabeyim hem de “komutanım” olan Seyfi Yüzbaşımın geliniydi o.. Yaşadık yarım bıraktık hasılı...
Havacıların çoğu yer darlığı yüzünden Hasdal’ı bırakıp Hadımköy’e gitmişler “Digital Terör” ün başından beri hedefi olan “bahriyeliler” karacılarla Hasdal’da direnişe devam ediyor. Kırgınlar bana, “Yakın arkadaşlarını yazıyor.. Denizcilere değinmiyor” diye. Haksız da sayılmazlar. Ateş düştüğü yeri yakıyor.. Mustafa Önsel, Orkun Gökalp, Abdurrahman Başbuğ ve Barbaros varken ihmal ettim gençlik yıllarımda tatlı rekabete girdiğimiz denizcileri.. Gelin paylaşalım.. Paylaştıkça eksilirmiş acılar.. Ardındakini yansıtamasak da çığlığı duyuralım..
Neredesin baba?
“Gecenin örtüsü gökyüzüne çekildiğinde karanlık sarar dört bir yanı. Ve ben küçükken korkardım karanlıktan... Karanlık zordu. Karanlık derindi. Zifirdi. Uçsuz bucaksızdı. Güvensizdi.. O yüzden geceleri yalnız kalamazdım. Dışarı da çıkamazdım. Sokakta yürüyemezdim. Biri beni takip ediyormuş duygusuna kapılır arkamı kollaya kollaya eve koşardım. Eve gelirken babamı arardı gözlerim. Çünkü babam arkamı kollardı. O, sığınılacak bir limandı. Hadi o zaman çocuktum. Peki ya şimdi? Eşek kadar adam oldum. Oysa şimdi de korkuyorum. Karanlıktan değil tabii... Üniformama kavuşamamaktan korkuyorum. Haksız, hukuksuz, vicdansız, akılsız ve mantıksız bir adalet anlayışıyla ondan ayrı kalmaktan korkuyorum. Apoletlerimi askıya asalı 13 ay oldu. Kroslarım 13 aydır yalnız. 13 aydır bensiz, bedensiz, sessiz... 13 aydır lodos vurmadı yüzüme... Denizin tuzu değmedi ellerime... 13 aydır fırtına görmedi gözlerim. Belki Yaradan, ‘yüreğinin gördüğü yer yeter’ dedi. Benim üniformam emanetti. Çaka Bey’in, Barbaros’un, Oruç Reis’in emanetiydi. Mustafa Kemal’in emanetiydi. Beyazdı. Lekesizdi. Gelinlik gibiydi, tertemizdi. Şimdi ise o temizliğe bir hasret biriktiriyorum içimde. Bir haykırış biriktiriyorum. Artık onu geri istiyorum. Üniformamı bana geri verin. Hayal etmeden yaşayamaz insan deyip, hayal ediyorum kavuşacağımız anı.. Sarılsam da hayallere her gün kırılıyor inancım. Bir uçurumun kenarındayım sanki... Ve arkam korunmasız. Beni pusuya düşüren hainler kalleşliklerini tekrar edecekmiş gibi geliyor. İhanetleri bitmeyecekmiş gibi geliyor. O an arkama dönüyor ve seni arıyorum. Neredesin baba?
İmza: ÇIĞLIK”
Yüreğinin götürdüğü yere gidenlere selam olsun...