Cereyanda kaldılar...

Devletin zirvesinde, Gül ile Erdoğan arasında esen soğuk rüzgar köşe yazarlarını da rahatsız etti


Fehmi Koru, Erdoğan için “Obama gibi geldi Bush’a benzedi” yorumu yapıp, Erdoğan’dan “Yazıklar olsun” u yedikten sonra, 12 Kasım tarihli Medya Polemik’te ’devletin zirvesindeki çatlağı’ yorumlamıştık. O çatlaktan sızan sert rüzgar, hem tarafları, hemde onu gözleyen köşe yazarlarını etkiliyor.
21 Kasım tarihli köşesinde Murat Yetkin, dün ise Şükrü Küçükşahin aynı konuya değindi.
“Gül Kokulu Muhalefet” başlıklı analizimizde, Gül’ün Çankaya’ya gönerilmesinin vefa örneği mi, ‘erken emeklilik’ mi olduğunu sorgulayarak, ’Gül’ün Ermenistan ve K.Irak açılımlarının, Başmüzakareci gibi davranmasının’ siyasetten ve AKP’den el çekmeme mesajı olabileceğini yazmıştık. Erdoğan’ın, Çankaya’ya çıktıktan sonra ’gölge eşbaşkan’ gibi algılanan Gül’ün politikalarını bertarafa dönük tututumuna dikkat çekmiştik. Erdoğan’ın AKP’de yalnızlaştırılmaya çalışdığını not düşmüştük... AB’ci, ABD’ci ve Barzanici yazar-çizerlerin Erdoğan hakkında başlattığı linç kampanyası ve Gül’den yana yazar olması da düşünelesiydi.
Kriz değilmiş
Aradan yaklaşık 10 gün geçtikten sonra Murat Yetkin aynı konuyu köşesine taşıdı. İkilinin arasındaki soğukluğun ’yabancı diplomatlarca da hissedilir’ düzeye geldiğini yazdı. Yetkin’e göre, “Ankara’daki dengelere biraz yakından bakanlar, Gül ve Erdoğan arasında kriz olmadığını görürler. Bu ülke Turgut Özal-Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer-Bülent Ecevit arasındaki tartışmaları yaşamış bir ülkedir; onlar krizdi. Gül ve Erdoğan arasındaki med-cezirleri kriz olarak adlandırmak doğru değil.” Yetkin Gül’ün AB konusunda ’memlekette hükümet yokmuş gibi’ inisiyatif almasıyla, aradaki gerilimi pekiştirdiğini kabul ediyor. Erivan’a gitmesi, PKK ile mücadele ve Kürt meselesi konusundaki tavır farklılıklarını da hatırlatan Yetkin AKP içinde bu çatışmanın kışkırtan bir grubun olduğunun da altını çizdi.
‘Şef’ barıştırır
Şükrü Küçükşahin ’türban düzenlemesi’nin de gerginlikte payı olduğunu yazdı. Küçükşahin’e göre Erdoğan’ın bu düzenlemeyi Gül’ün fikrini almadan ve zamansız yapması, Gül’ü ’bütün Türkiye’nin Cumhrubaşkanı yapacak’ vetoyu engellemesi krizimsi durumun nedenleri arasında. Hürriyet yazarına göre de, “Gül, Erdoğan’ın AB performansını ve bazı söylemlerini de doğru bulmuyor”. Küçükşahin ”Kriz durumlarında şefin dediği geçerlidir. Yalnız son bir uyarım; şefi de kimse, Gül diye düşünmesin. ” diyor. Biz, devletin zirvesindeki iki ismi de kontrol edebilen ’şef’in kim olduğunun takdirini okyucuya bırakalım ve zirvedeki, ‘birinin Mersin’i diğerinin tersini’ gösterdiği çiftbaşlılığın, devleti politikasızlığa ittiğini hatırlatalım.


++++++


Seni kim doçent yaptı?
Star’da Fadime Özkan’a konuşan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Cemil Koçak da “yalnız ve mutsuz Atatürk” korosuna katıldı.
Koçak’ın ’Atatürk’ü eleştirme serbestliği’yle reklam yapan bir rektörün idare ettiği üniversitenin kadrosunda olduğu düşünülecek olursa bu hiç şaşırtıcı değil.
“Çankaya’daki sofralar, hayatla insanlarla irtibat kurduğu tek alan haline geliyor. Atatürk son 7 yılını yalnız geçiriyor. Dışarıya pek çıkmıyor. Hayatı akşamüzeri ve gece yaşıyor. Depresyon mudur bilemem ama böyle bir kırılma olmuş hayatında...” İşte bu sözlerle anlatıyor Atatürk’ün son yedi yılını Koçak.
O yedi yıl
O ‘günlük politikalardan uzak, bezgin, bıkkın, Çankaya’ya hapis vaziyette’ geçmiş son yedi yıla bakın: Atatürk ’yeniden milletleşme’ atılımının en önemli adımları olan Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarını kuruyor, kurultaylarını topluyor, toplantılarına başkanlık ediyor, Balkan Konferansları’na katılıyor, rejimin ilkelerini açıklıyor ve bunlar doğrultusunda sosyal yaşamı, eğitim hayatını, din-devlet ayrımını, kadın haklarını, akademik eğitimi, vergilendirmeyi, her alanda üretimi... düzenleyen kanunlar çıkarılıyor. Okullar, müzeler, fabrikalar, demiryolları açılıyor. İktisat Kongresinde milli kalkınma kararları alınıyor, Montrö Boğazlar Antlaşması, Sadabat ve Balkan Paktları imzalanıyor... Bu süre zarfında Atatürk Eskişehir’de Kırşehir’de, Bursa’da, Yalova’da, Trabzon’da, sık sık İstanbul’da...
Herhalde en önemlisidir; 30 Mart 1938’de hastalığı ‘resmen’ açıklandıktan sonra 20 Mayıs 1938’de ‘Güney Gezisi’ne çıkıyor... Sağlığına ve şiddetle karşı çıkan doktorlarına rağmen...
Bu nasıl bir depresyondur, nasıl bir kendini salmışlıktır ki, Atatürk hareketinden iki gün önce Celal Bayar’a: “Benim, ‘kırk asırlık Türk yurdu, Hatay esir kalamaz’ dediğimi unutmuş olanlar olabilir. Ama ben unutmadım, unutamam, sen de unutamazsın.” diyecek kararlılığı gösterebiliyor... Atatürk unutulmamasını istediği bu sözü 15 Mart 1923’te Adana’da, yol kenarında Antakya ve İskenderun’u temsil eden iki genç kızın hıçkırıklar arasında, “Bizi de kurtar” feryadına karşılık söylemişti.
Bu sözün gereğini yerine getirecek; 20 Mayıs 1938’de Mersin’e yola çıkıyor, oradan Tarsus’a, oradan Adana’ya... Sağlığıyla ilgili yayılan söylentilerin Hatay sorununun çözümünü engellememesi için, otomobiliyle sınıra kadar gidiyor... Burada askeri birlikleri denetliyor. Mersin ve Adana’da askeri geçit törenlerini izliyor. Törenler boyunca hep ayakta.... Dimdik... İşte Çankaya’ya kapanmış, ‘depresyonda’ki Atatürk bu!
Bir Çanakkale’de, bir Suriye’de, bir Sakarya’da, bir İzmir’de...150 yılı 15 yıla sığdırdığı için elbette yorgun... Ama, Taksim Mecidiyeköy hattındaki yarım saatlik trafikte pelt olanlar kadar bitap değil... Hasta, ama ‘milletinin kaderi söz konusu olduğunda’ bütün düşmanları gibi, hastalığına da teslim olmayacak kadar iradeli... Ben bu Atatürk’ü saklayan tarih doçentine... Onu doçent yapan jüriye... Ne diyeyim Allah aşkına?

++++++


Emperyalizm kimseye teğet geçmez
Türkiye ‘Batı’nın yeni politikasıyla yüzleşenler’ ve ‘üç maymunu oynayanlar’ diye iki kutba ayrılıyor
ABD ve AB “üniter bir ulus devlet” görmek istemiyorlar. Kafalarındaki “etnik mozayiğe göre” ayrıştırılmış ve daha sonra da bölünmüş bir Türkiye planlanmış durumda. Irak’ın kuzeyinde oluşturulmaya başlayan “Batı’ya bağlanmış Kürdistan”, Türkiye ve Ortadoğu projelerinin en önemli parçası. Ankara-Erbil-Bağdat üçgeninde yürütülen politikalar, “büyük projenin koçbaşı konumunda”.
Büyük projenin geniş ayakları Washington-Londra-Brüksel-Tel Aviv dörtgenine oturtulmuş bulunuyor.
“AB süreci ve serbest piyasa”, Batı’nın en önemli araçları. Karşılarında iktisadi, siyasi, kültürel ve güvenlik bakımından, “içi boşaltılmış bir zemin oluşuyor”.
Türkiye Cumhuriyeti yerine “Anadolu İslam Devleti”, federal bir yapıya sokularak ayrıştırılmış bir sömürge düzeninin adıdır. Batı bu konuda Türkiye’yi iki cepheye bölerek amaca ulaşmak istiyor. KKTC’de Annan Planı öncesinde ve sonrasında toplum bir laboratuvar gibi kullanılarak ayrıştırıldı ve iki karşıt cephe oluşturuldu. Şimdi aynı yöntemi Türkiye’de uyguluyorlar. Ülke, Batı’nın yeni Türkiye politikasına “evet diyenlerle karşı koyanlar arasında” ayrıştırılmış bulunuyor. Ret cephesinde ulus devlet kimliği ve üniter yapı esas alınıyor. Bu cephenin genişlememesi ve bölünmesi için Türk-Kürt, laik-dinci, Sünni-Alevi tartışmaları pompalanıyor.
Bölücüsünü, işbirlikçi şeriatçısını anlamak mümkün. Batı sayesinde amaçlarına ulaşabileceklerine inanıyorlar. Peki ya diğerleri? Bürokrasi, iş çevreleri, akademik çevreler, işçi sendikaları, sanat çevreleri, medya patronları, siyasal parti yöneticileri parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş bir Türkiye’de varlıklarını sürdürebilirler mi? Türkiye’deki bütün kurumlar, “Batı’nın yeni Türkiye politikasıyla” yüzleşmek zorundalar. Üç maymunu oynamak kendilerine yarar getirmez. Emperyalizm kimseye teğet geçmez; tarihe bakın göreceksiniz.
* Erol Manisalı / Cumhuriyet


++++++

700 bin YTL’yi ödeyecek misin?
“Stadyum” programında yapacağı yorumlar için yılda 700 bin YTL alacak olan Hakan Şükür’ün ilk programı hüsranla noktalandı. Şükür’ün ‘hazine değeri’ndeki yorumları, TRT’yi AB grubunda % 11,5’le 10. sıraya, tüm izlenme oranlarında % 10,4’le 17. sıraya geriletti. Aynı programın geçtiğimiz hafta her iki kategoridede 4. sıradaydı. Şükür’ün TRT’nin reytingini düşürdüğü ortada. Bu durumda, İbrahim Şahin yanlış stratejik kararından ötürü, vatandaşın cebinden çıkacak 700 bin YTL ile bile devletin kanalına fayda sağlayamamış bir Genel Müdür olarak, boşa harcanan bu parayı kendi cebinden ödemeyi düşünür mü acaba?

++++++


TMSF, yetim hakkını geri alsın
Engin Ardıç’ın Seyir Defteri... 25 Kasım 2008... 21. Gün:
Yetim hakkı olan 500 bin YTL’yi alarak Sabah’a transfer olan ’büyük köşe yazarı’nın halk nazarında güvenilirliği kalmadı...
Hergün bir türlü yerine getirmediği ’anırma sözü’nü hatırlatmasak adını anan da olmayacak. Okuyanı, okuyup da sözünü kaale alanı yok... Gazetenin tirajını yükseltmek şöyle dursun, yerinde saydırsa ona da razı olan çıkacak ama o da yok, reytingi yerlerde sürünüyor...
Şimdi bu Ardıç, aldığı paranın hakkını verebilmiş mi?
HAYIR!
O zaman TMSF, yetim hakkını, okurlarını kandıran birine yedirmemek için daha ne bekliyor?


++++++


MİNİ YORUM
Propaganda bültenini izlediniz...

TRT 1’in gece haber bülteni. Nalbandyan’ın Türkiye’ye gelişi duyuruluyor. Seslendirme metninde durmadan “Ermenistan Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi için diyalog şart...” türünden hüküm cümleleri geçiyor. Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinin kazandırdıkları anlatılıyor... TRT Haber Merkezi, siyaset bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları ve Dışişleri sözcüleri tarafından mı yönetiliyor? Halkı, Karabağ işgalini sürdüren Ermenistan’ı tanımanın, ne kadar da olumlu olduğuna ikna etmek, TRT habercilerinin işi mi?
* Selcan TAŞÇI

Yazarın Diğer Yazıları