Cenazede yalnız adamlar...
Bizi biz yapan değerlerin arasındaki önemli ritüellerden birisi de cenazelerdir. Mutlu günlerindeki düğünlerine çeşitli sebeplerle katılamadığımız yakınlarımızın cenazelerine iki elimiz kanda olsa bile mutlaka yetişiriz. Adına “son görev” deseler de helalleşme olmazsa olmazımızdır. Cami avlusunda, kabristanda ve taziye anlarında mevkiler, makamlar, rütbeler yok sayılır. Tevazunun had safhaya ulaştığı bu anlarda gözlerimiz sürekli tanıdık birilerini arar. Acıyı paylaşarak eksiltmek de bize göredir. Saflarda, tabutu omuzladığımız, üzerine toprak attığımız anda göremediklerimiz için kınama yerine endişe duymak da özelliklerimizdendir. Hele yaş ilerleyip, sağlık sorunlarının arttığı dönemde aramızda olamayanlar için duyulan endişe yerini korkuya bırakır. Sevdiklerini kaybetme korkusuna. Her nefsin günün birinde tadacağı ölümü yakıştıramayız. Bu yüzden cep telefonlarımızın hafızasından toprağa verdiğimiz dostların isimlerini silemeyiz çoğumuz. Muhsin Yazıcıoğlu, Mehmet Akif Çöktü, Mehmet Gül, Kemal Çapraz, İrfan Ülkü gibi uzak-yakın kaybettiklerimizin isim ve telefonlarını silmeye elim varmadı hiç. Muhalif damarıma rağmen Mehmet Refet Eke’ye vefa gösterilmediğine dair yazıyı kaleme almayacağım. Aksine O’nu “emanet” gibi kabullenip, sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmayan, ağır tedavi sürecinde kayıtsız kalmayan, öz kardeşini kaybetmiş gibi üzülürken “bir şeyi eksik bıraktım mı” endişesi taşıyan dava arkadaşlarının portrelerini yansıtmaya gayret edeceğim.
Bazı konuları bizlerden gizleyerek bütün yükü omuzlamaya çalışan sevgili ortağım Adnan Özcan ve Olcayto Turhan’ın hakkını teslim etmeliyim önce. İlgi ve alakalarını her daim esirgemeyen Turan Kalyoncu, Ömer Haluk Pirimoğlu, Ali Uzunırmak, Şefkat Çetin’ten Allah razı olsun. Ayıboğan Ahmet, Lütfü Ağabeyler, rahatsızlığı yüzünden cenazeye gelemeyen Rüzgârın oğlu Muhittin Çolak her zaman takip etti Eke’yi.
Kocatepe Camii avlusundan yüzlerce cenaze kaldırdık. Her birinde ayrı insan manzaralarına tanık oldum. Pazar günkü fena vurdu beni. Bir dönem, ardından on binlerce genci yürüten efsane gençlik önderlerinin yalnız duruşlarına anlamlar yükledim kendimce. Yalnızlık hissinin tavan yapışı musallada yalnız yatandan mı kaynaklanıyordu? Yoksa günün birinde mahkûm olacağımız yalnızlığı peşinen kabullenişimiz mi? Kim ne derse desin “yalnızlaştırılma” ya tanık oldum Eke’nin göçüşünde.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir kaç koruma, üç-beş yardımcısıyla geldiği camide yapayalnızlık hissi yüzüne yansımıştı. Bazı dönemler bakanlık, milletvekilliği yapmış olanlar da yalnız başlarına geldiler avluya. Eke’nin Mamak’ta savunduğu sanıklardan Namık Kemal Zeybek, Halil Şıvgın, Yaşar Okuyan görebildiklerimden bazılarıydı. Cenazelerdeki hassasiyetini bildiğim İlhan Kesici ve Turgut Altınok da yalnızların arasındaydı.
Muharrem Şemsek, İbrahim Doğan, Şerafettin Doğan, Ali Güngör, Tuğrul Türkeş, Mustafa Mit, Yılmaz Şenyüz, Aysel ve Ömer İzgi, Ahmet Yalav, Şevket Bülent Yahnici, Ulvi Batu, İrfan Özcan, Türkmen Onur, Ferruh Sezgin gibi camianın sembolü olmuş yüzlercesi yalnızlıklarında yalnız olmadıklarının bilmem farkına vardılar mı?
Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in ani vefatında yapayalnız kaldıkları hissine kapılan ülkücülerin milyonlarcasının katıldığı cenaze geldi aklıma. Tek başlarına yalnız, birlikteyken bükülemez güç; mensubiyetiyle onur duyduğum kimliğimi hatırlattı yeniden. Eke’nin gücü kervanın dizilmesine vesile olur inşallah. Fatihalarınızı esirgemeyiniz..