Çarşaf, adam olamamak, vs..
Hani bir söz vardır, “Taş olsaydım erirdim, toprak idim dayandım” diye...
Türkiye’de olup bitenler yan yana getirilip muhakeme gücü olan bir bilgisayara yüklense, o bilgisayar çöker; gelin görün ki, insanoğluna bir şey olmuyor.
Çünkü insanımız gördüğü ve yaşadığı pek çok şeyi unutuyor, aklında hep son duyduğu, son gördüğü kalıyor. Meselâ Başbakan, “İşsizliğin çözümü konusunda bir fikrin varsa söyle. Uygulamazsam siyaseti bırakırım” diyor, biz onu alkışlıyoruz. Muhatabı, tutuyor işsizliğin önlenmesi ile ilgili yedi maddelik bir paket sunuyor, doğrudur, yanlıştır. Başbakan, bu teklifin kendi isteği üzerine gündeme geldiğini hiç hesaba katmadan, “Bir de tutmuş bana akıl veriyor, kırk fırın ekmek ye de gel” diyor, biz onu yine alkışlıyoruz.
O zaman alkışlayan kalabalığa bakıyorum, galiba bunlar fırıncı diyorum. Kırk fırın ekmekten bahsedildi ya, herhalde, “İşler açılacak!” diye seviniyorlardır.
Fıkra bu ya, Temel’le İdris zengin olmak için Amerika’ya gitmiş ve öğrenmişler ki, ABD’de beyazlar, öldürülen yerli başına bin dolar veriyor.
Hemen araziye çıkmışlar.
Hayli yürüdükten sonra yorulmuş, bir ağacın gövdesine yaslanmış ve dinlenirken uyuyakalmışlar. İlk uyanan Temel olmuş. Bir de ne görsün, ellerinde savaş baltaları, yüzlerinde savaş boyaları ile, bizimkilerin kafa derilerini inceleyen yüzlerce Kızılderili... Temel çok sevinmiş...
Uyuyan İdris’i dürtüklemiş...
“- Kalk ula, kalk, zengin olduk!”
Bu fıkra sizde ister, “Kırk fırın ekmek” ten bahseden siyasileri alkışlayanların kendilerini fırıncı zannetme, ister, lideri, çevresi Kızılderililer tarafından kuşatılmış Temel’le özdeşleştirme çağrışımı yapsın; biz ona karışmayız..
“Kırk fırın ekmek ye de gel” diyen Başbakan, Baykal’ı sinirlendiriyor, o da tutuyor, “Başbakan olmuşsun amma adam olamamışsın” diyor.
Kabul etmek gerekir ki, çok ağır bir laf.
Bakıyoruz Başbakan bu ağır laf karşısında oldukça sakin, “Benim aldığım terbiye sana cevap vermeye müsait değil” diyor, kalabalık alkışlıyor. Sonra, “Siyaseti bırakınca cevabını alacaksın” diyor, kalabalık yine alkışlıyor... Doğrusu orada niye alkışladığını pek kestiremiyorum. Siyaseti bırakacak diye mi alkışlıyor, yoksa, bu sözlerden, siyaseti bırakınca terbiyeye gerek kalmayacak anlamı çıktığı için mi; gerçekten çözemedim...
* * *
Her konuda bir tuhafız vesselâm..
Hürriyet’ten Şükrü Küçükşahin, AKP’nin iki hafta önceki son grup toplantısının basına kapalı bölümünde konuşulanlara ulaşmış.
Erdoğan diyormuş ki:
“- Biz artık bir ideoloji partisi değiliz. Bir merkez partisiyiz. Bunu ısrarla söyledim, söylüyorum. Sola kucak açalım. Teşkilatlar buna direniyor. Hedefimiz bütün Türkiye’yi kucaklamak. Sola bakışımız da bu anlayışımızın bir parçası. Partimizde sol dışlanıyor. Sizi uyarıyorum, bunun takipçisi olacağım.”
Güzel... CHP baş örtüsü ile barışıyor, sağa açılıyor. Parti tabanından ufak tefek itirazlar yükseliyor, bir CHP’li çarşafa girip Kılıçdaroğlu’nun seçim otobüsüne çıkıyor, ortalığı karıştırıyor, korumalar, itiş kakışlar, vs..
Erdoğan’ın, “Partimizde solcular dışlanıyor” demesi gibi Baykal da, partisinde baş örtülülerin dışlanmasından rahatsızlık duyuyor:
“- Bu hiç hoş olmamıştır!” diyor..
Baş örtülüleri koruyan biri olarak bu lokal olayı eleştirmek ve fakat Baykal’ın tepkisini takdir etmek gerekmez mi?
Gerekir... Fakat olmuyor... Hiçbir parti, liderinden tabanına kadar, diğerinin doğru bir işini takdir etmiyor. “O ne yaparsa kötü, bizimki ne yaparsa iyi” anlayışı tek geçer davranış biçimi.
Walter Scot, “Paranın öldürdüğü ruhlar, demirin öldürdüğü bedenlerden çoktur” der ya, bizde de, particiliğin öldürdüğü adalet ve hakikat duygusu, galiba, demirin öldürdüğü bedenler ve paranın öldürdüğü ruhların toplamından çok.
Parti vatanın... Parti devletin... Parti dinin bile önüne geçmiş.