Çandar'ın kozmik odası
Al sana hodri meydan: 60’lı yıllardaki ‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi’nden İmparator I. Obama’ya, ‘gazetecilikle komploculuk’ arasında trajik bir biat hikayesi
Cengiz Çandar, dünkü yazısında, “askeri darbelerin medya sektöründe ’faydalanabilecekleri’ isimleri, haliyle, biz de biliyoruz” derken kaynak olarak geçmişini gösteriyordu. Çandar’ın kendisi hakkındaki dipnotu “40 yıla yaklaşan bir meslek hayatı ve 12 Mart’tan beri her askeri darbeyle ters düşmüş ve mücadele etmiş birisi” olduğu yönündeydi.
Peki ama, her türlü askeri darbeyle ters düşmüş birisi, silahla oynarken birbirini vuran arkadaşlarının cinayet izlerini temizleyip, olayın “darbe zemini”ni beslemesine neden izin versin? Hatta neden bunun için özel olarak çaba harcasın ki?
Aklıma birkaç gün önce yayımlanan bir başka Cengiz Çandar yazısı geldi. “Darbe öncesinde-anında-sonrasında ilk kullanılacaklar” listesindekilere “hodri meydan” diyordu Çandar; “Madem ki darbeci değilsiniz o zaman çıkın ortaya da ’Bugüne kadar yapılmış darbelerden zarar görmüş biriyim. Demokrasi dışı hiçbir oluşumda yer almadım.’ Deyin!”
“İşte bu” diyordu; “Bu tür ’kirli tezgâhlar’a adı kendi iradesi dışında bulaştırılmış olanların yapması gereken budur!”
Dünkü yazısında da aynı ısrarı sürdüren Çandar’a göre “ses soluk çıkmaması” ancak iki şeyin göstergesi olabilirdi:
“1. Geçmişte ’faydalanılabilir’ olduklarının;
2. Gelecekte ’faydalanılabilir’ olacaklarının.”
Sesin soluğun çıkmıyor
Sükutun ikrardan geldiğini öne sürüp bu kadar kesin hükümler verebilmesi için, kişinin “40 yıllık meslek hayatı ve öncesi”nde sessizlikle örtmeye çalıştığı tek bir karenin dahi bulunmaması gerekirdi. Birileri hakkında “hodri meydan” derken, birinin de karşısına çıkıp “Al sana hodri meydan” demesini sağlayacak hiçbir gizli bilgi ve belgenin öznesi olmaması gerekirdi.
Bu rahatlığının sebebi, Cengiz Çandar hakikaten, dünkü yazısında “söylediği kadar” olmasından mıydı, yoksa “acele hırsız ev sahibini şaşırtır” taktiğinden medet umacak kadar köşeye sıkışmış mı hissediyordu kendisini?
Çandar’ın yöntemiyle test edelim ve “sesinin soluğunun çıkmadığı” iddialar üretebilirsek, “sükutuyla” doğrulamış sayalım.
Ya da son bir şans mı versek “sessizliği” yırtması ve hakikaten “hodri meydan” diyebilecek kadar şeffaflaşabilmesi için Çandar’a?
Mesela;
l 12 Mart’tan sonra Filistin’e, emperyalizme karşı savaşmak için mi, gerilla eğitimi almak üzere mi yoksa Aydınlık’ta çıkan bir yazıdan dolayı hapis yatmamak için mi gittin? Cevap gerçekten bunlardan herhangi biriyse, Şahin Alpay’la sınırı geçer geçmez Suriye toprağını öptüğünüz söylentisi ne ola? Türkiye dışına çıkınca “oh” dedirtecek kadar ağır olan hangi yükü taşıyordunuz?
l Faik Bulut’un anlatımıyla, arkadaşlarınız kamplarda eğitim görürken, Şam’da yaşadığınız lüks apartman dairesinin masraflarını kim ve neden karşılıyordu? Neden gizlice arkadaşlarınıza karşı silahlanacak derecede “takip ediliyorum” paranoyasına kapılmıştınız? Sizi diğer “devrimciler”den farklı kılan, “hedef” haline getiren neydi?
l Madem “hedef”tiniz, nasıl oldu da, siz her seferinde kıl payı kurtulurken, 20 Şubat 1973 günü Nahr El Bared kampında İsrail bombalarının hedefi olarak can verenler arkadaşlarınız oldu? Ve bu olaydan sonra Avrupa’nın kapıları size nasıl açıldı?
l Cumhuriyet Gazetesi yıllarında “Filistin kamplarında olduğunu yazıp duruyorsun. Ben inceledim, sen orada kamplara bile gitmemişsin. Beyrut’ta lüks otellerde keyif çatmışsın, bize de kamplarda nasıl eğitim yaptığın yalanlarını yutturmuşsun” diyen Uğur Mumcu’ya neden yanıt veremediniz?
l 1987’de Turgut Özal’la gitiğiniz Şam’da da yanınızda olan MİT görevlisi Hiram Abbas’ın sizi kastederek söylediği rivayet edilen “teşkilattandır” sözünü, “devlete hizmet etmek kötü bir şey mi” diyerek kabullendiniz mi?
l Meslektaşlarınızın, Güneş Gazetesi’nin duvarlarına “Çandarland” yazmalarına yol açacak kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilirsiniz? Sadece, onlar maaş alamazken, patronla kuru fasulye ziyafeti çekmek mi?
l Bir başka MİT’çi Sönmez Köksal’ın da bulunduğu akşam yemeğinde, bir CIA ajanı ile kafa kafaya verip ne konuştunuz? Bebek’teki İtalyan Lokantası’nda yenen o akşam yemeğiyle ilgili olarak ortaya atılan iddialar karşısındaki “sükutunuz” da ikrardan mı geliyor?
Öyleyse bütün bu cevapsız sorular sizin “kullanıldığınızın” ve “kullanılacağınızın” göstergeleri midir?
İyi ama kim tarafından?
Amerika’yı kavrayışı
Madem demokrasi adına “Al sana hodri meydan” demek vakti geldi çattı. O zaman buyrun Cengiz Çandar’ın kozmik odasına.
Cengiz Çandar’la özdeşleşen ’ABD Dosyası’ndan başlayalım...
1968’de “Kahrolsun Amerikan” emperyalizmi diyen Çandar, 4 Ağustos 1998’de Sabah’ta şunları yazacaktı: “Amerika’yı gerçek kimliğiyle, kendisi olarak kavramaya başlamam, bu ülkeye ilk kez ayak bastığım 80’li yılların tam ortasından itibarendir. (...)
Amerika’yı artık geçmişin anti-Amerikan eylemlerinden pişmanlık duymayacak biçimde ama anti- Amerikan duyguların zerresi kalmayacak ölçüde yakından tanıdığımı ve kavradığımı biliyorum.”
“Türkiye’de yaşadığı ölüm korkusuyla sığındığı” günlerde orada gördüğü şefkatin ABD’yi kavrayışında etkisi olmuş mudur?
Bu kaçış sırasında kendisini 35 gün ABD’deki evinde misafir eden gazeteci Turan Yavuz’u, 1993 yılında Sabah gazetesiyle, Milliyet gazetesi arasındaki ansiklopedi savaşında “kullanarak” arkasından vurması da, bu kavrayışın kişiliğindeki tezhürlerinden biri miydi dersiniz?
15 yıllık arkadaşına, ses kaydı tuzağı kuran Cengiz Çandar için, 21 Aralık 1993 tarihli Milliyet Gazetesi bu başlığı uygun görmüştü:
“Gazeteci mi, komplocu ajan mı?”
Çandar 1998’de, “anti-Amerikan duyguların zerresinin kalmadığı”nı ilan ettikten bir sene sonra, 1999’da ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı USIP’in, peşinden de Wilson Vakfı’nın burslarıyla ABD tedrisatından geçmeye hak kazandı.
Burada öğrenecekleri Amerikan Koleji’nde aldığı temelin üzerine kat çıkmak gibi olacaktı.
Bu eğitim Çandar’da neleri değiştirmiş görebilmek için, önce ABD’yi henüz kavramadığı zamanlardaki değerlendirmelerine bakalım:
1984 yılında yayımlanan Ortadoğu Üzerine Aykırı Düşünceler adlı kitabında ABD’yi tehdit olarak görüyor:
” Şahsi fikrim Sovyetleri Ortadoğu’da Amerika ölçüsünde bir tehdit olarak görmüyorum.“ (s. 76)
Aynı yıllara denk gelen gözlemlerini yayımladığı Ortadoğu Çıkmazı’nda ise ABD ve Reagan yönetimini ”süper devlet olmamakla“ ve ”tutarsızlık“la suçluyor.(s. 183)
Ve o arada ”kavrayış“ dönemine denk geliyor olmalı, ne oluyorsa oluyor. Çandar büyük bir tehdit olarak gördüğü ABD’nin Ortadoğu’daki en ateşli savunucusuna dönüşüyor.
Körfez Savaşı yıllarında Türkiye’nin ABD’ye karşı çıkma ihtimaline ”Şaka ediyor olmalısınız...“ diye alaycı bir yanıtla karşılık veriyor. Ona göre ”’Jeopolitik alternatif arayışında Rusya ve İran’a yönelmeyi düşünen Türkiye için söyleyecek tek şey vardır” artık:
“Allah akıl-fikir versin. “
2008’e gelindiğinde artık iyice oturmuştur fikirleri Çandar’ın. Ona göre ”Dünyanın tek süper devleti, çağdaş dünyanın tek imparatorluğu“ vardır, o da Amerika! Ve ona ”Orada ne işin var?’ diye sorulmaz.”
Ve son Amerikan seçimleri öncesi cevap aradığı soru şudur:
“’İmparator’ kim olacak?”
Ya “İmparatorun soytarıları kim olacak?”
Sanırım 5 Kasım 2008 tarihli şu satırları cevabı bulmanıza yardımcı olur:
“Bence, Amerika’da kimin Başkan seçileceği, bizim için her şey.
Madem ki, bir ’küresel köy’de
yaşıyoruz;
Amerikan Başkanlık seçimlerinin sonucu, ’bizim köye muhtar seçmek’ gibi bir şey. Tam da bu nedenle Barack Obama’nın Başkan seçilmesinden fevkalade memnunum. Amerika’nın ’rüyadan kesilmesi’ tüm dünya için çok kötü olurdu.
Bu bakımdan, Barack Obama’nın Amerika’nın Başkanı seçilmiş olmasından fevkalade memnunum...”
Nereden nereye değil mi?
* * *
‘Ermeni açılımı’yla işte böyle yüzleşilir
Çandar ”Ermeni meselesi“nin başta gelen hamilerinden biridir. Abdullah Gül’ün Erivan’daki fahri fikri mihmandarlığına gönüllü olmuş, özürcüleri canla başla desteklemiş ve ”Ermeni“ kelimesinin bile Türkiye için tabu olduğunu bakın nasıl savunmuştur: ”Bu ’imza kampanyası’ndaki ’anahtar sözcük’, kimilerinin imzalamama gerekçesi olarak ortaya sürdükleri ’özür diliyorum’ sözcükleri değil. ’Ermeni’ sözcüğü.“ (Radikal, 20.12.2008)
Ermeniler’e açılmak için hiçbir engel tanımayan Çandar’ın, ”Erivan Seferi“ne gölge düşürmekle suçladığı Başbakan Erdoğan’a nasıl cephe aldığını hatırlayın: ”Cumhurbaşkanı’nın Erivan ziyaretinin gündemini böyle çalar mı? Başbakan, Türkiye’nin en anlamlı siyasi adımlarından birine gölge düşürmekle kalmadı, söz konusu politikanın geleceğini de tehlikeye soktu.“ (Radikal, 15.9.2008)
Çandar, o günlerde en büyük korkusunun ”Ermeni sorununa yaklaşım ve söylemde eski kalıplarda kalmamız“ olduğunu ifade ediyordu. ”Soykırım“ı Ermeni kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak niteleyen Çandar, Erivan’da Soykırım Anıtı’na bakarak şu cümleleri kaleme alıyordu: ”Ermenistan’da bir süre kalıp, ’empati’ yapmaya gayret ederseniz, buradaki insanların bir ’yaralı ulus’ olduğunu hissetmemeniz imkânsızdır. ”
Bu teze karşı geliştirilen her tavır Çandar için “berbat”tı, ki 15 Mayıs 2009 tarihli yazı başlığı da “Karabağ çözülmeden sınırı açmayız” diyen Erdoğa’ı hedef alır biçimde “Berbat diplomasi”ydi!
Okurunu empatiye davet eden ve yüzleşmenin faydaları konulu onlarca yazı kaleme alan Çandar, “açılımının” gereği saydığı yüzleşmeye önce kişisel tarihinden başlasa neyle karşılaşırdı dersiniz?
Çandar 1983 yılında Necmettin Türinay’a verdiği röportajda, ıslak imzasını görmeden kolay kolay inanamayacağınız şu ifadeleri kullanıyor: “Ermeni meselesi Türkiye’ye karşı adı konulmamış Haçlı Seferi’nin veçhelerinden biridir.”
Aynı yıl Somut Dergisi için Yasemin Yazıcı ile yaptığı söyleşide ise “Ermeni meselesi”ni, Batı’nın Türkiye’nin üzerinde sallandırdığı “Demokles kılıcı”na benzetiyor ve şöyle diyor: “Türkiye, Yahudi ırkçılığı Siyonizm, Elen Milliyetçiliği ve Ermeni hristiyan kökenli milliyetçilğin kutsal ittifakı ile hesaplaşacaktır.”
Çandar’ın Ortadoğu Çıkmazı kitabında yeralan ve Ermeni meselesinin meşruiyetini sorgularken, konuyu Sevr’e dayandıran şu satırları da, günümüzde bölünme korkusu yaşayanları “Sevr paranoyası” ile suçladığı düşünülürse hayli ilginç: “I. Dünya Savaşı’nın müttefikleri Anadolu topraklarını masa üzerinde Sevr Anlaşmasıyla parçaladılar. Parçalanmış topraklar üzerinde bir Ermeni devletinin ve bir özerk Kürt bölgesinin oluşturulması öngörüldü. ABDBaşkanı Wilson’un ilan ettiği 14 ilke ile bağımsız Ermenistan ve Kürdistan hedeflerine meşruiyet kazandırıldı. Gerçi Sevr Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı ile Birinci dünya savaşının uygulanamayan tek anlaşması olarak çöplüğe gönderilmiştir ama Ermeni ve Kürt sorunlarının da temeli atılmıştır.” ( s. 18)
* * *
MİNİ YORUM
AKP’nin derin devleti
Günlerdir çoğunun eveleyip gevelediği, ortada kuyu varmışçasına etrafından dolandığı o soruyu Emre Kongar dünkü Cumhuriyet’te soruyor: “Hrant Dink cinayeti 2007 tarihinde işlendi. Cinayetin failleri olarak tutuklananların, cinayet işlenmeden önce dinlendiği, izlendiği ortaya çıktı. Cinayet niçin önlenememiştir? Bu olayda ihmali görülenlerden neden hesap sorulmamaktadır? Yoksa AKP kendi “Derin Devletini” oluşturmuştur da onu mu korumaktadır?”