Çanakkale’nin 100. yılı ve muhasebe...
“Bu toprağı Türk’ün kanı yoğurdu
Annem beni bugün için doğurdu”
Yukarıdaki şiir, “ırkçılık” girdabına sürüklenmiş “aşırı” milliyetçi bir çocuğun dizesi değil. Süleyman Nazif’in “Çimentepe” yazısından alınmış dizelerdir.
Süleyman Nazif bu yazıda, Türk yurdunun “kilidi” olan Çanakkale’ye yedi düvel çöktüğü zaman okullarını terk ederek savaşa koşan ve Çimentepe mevkiini işgal etmek isteyen İngiliz kafirine bu türküyü söyleyerek saldırıp şehit düşen altı yiğit Türk subayının hikâyesini eder.
Çanakkale’nin hikâyesi çokça budur; Gençlik, mektep, vatan, fedakarlık ve türküler...
Bir savaşı destana dönüştüren şey onun içindeki “destansı” hikayelerdir. Ve bu hikâyelerin içindeki “özne”dir. Yani insan...
Çanakkale önlerine koşan yiğitler ordusu “mutat” bir görev için gelmişlerdi: vatan muhafazası. Yıllarca cepheden cepheye koşan Anadolu’nun bu gariban, çilekeş ve fukara insanları, mekteplisinden ümmisine kadar hepsi bir destan yazmak için değil olanca sadeliği içinde vatanın zaptedilmemesi için göreve koşmuşlardı... Vatan namustu nihayet. Çanakkale’ye gelen Diyarbakır’a da girerdi, Ankara’ya da, Rize’yede...
İşte bütün bu “basit” insanlar mektebini, tarlasını, çoluğunu, çocuğunu bir kenara bırakarak “torunlarının” topraklarını muhafazaya koştular.
Tek tek ülkenin dörtbir yanından kopup Kilitbahir’de, Kumtepe’de, Arıburnu’nda, Çimentepe’de buluştular.
Birbirlerinin mektuplarını yazarak, yavuklularından gelen mektupları okuma bilenlerle paylaşarak, çocuğunun her nasılsa çektirebildiği fotoğrafını arkadaşlarına gösterip “koçum büyüyecek, vatana kurban olacak” böbürlenmeleri ile göstererek, aşlarını, ekmeklerini bölüşerek ve nihayet koyun koyuna ölmesini bilerek torunlarına bu coğrafyayı bıraktılar...
Her 24 Nisan’da “sizi unutmadık diye” başlayan nutukları düşünmeyerek öldüler. Neticede, “onlar bizi dinliyor” teranelerini üfürsek bile onlar bizi duymayacaktı.
Kınalı Hasan’dan Mülazımıevvel Niyazi’ye kadar 250 bin şehit ve kayıp, bir o kadar sakat ve hasta hiç biri gelecekte söylenecek nutuklar için ölmedi. Basitçe; vatanını, toprağını, inancını ve namusunu korumak için öldü...
Bu basitlik veya “sıradanlık” Türk’ün karakterinde olan bir şeydi ve eğitimle kazanılamayan bir tavırdı, doğuştan geliyordu.
Çanakkale’deki mezar taşlarındaki coğrafi çeşitlilikten etnik mozayik çıkartan kafaların anlayabileceği bir şey değildir bu.
Çanakkale’nin hikâyesi sonuçları ve içinde barındırdığı unsurları itibari ile destansı bir hikâyedir. Tüm bu “destansı” özelliği ve savaşın “hengâmesi” içinde “insani” ögeye bu kadar güçlü vurgunun yapıldığı başka savaş yoktur desek yanılmış olmayız.
Bu güçlü insani vurguya “Çanakkale Türküsü” tek başına bir delil gibi duruyor...
24 Nisan kimileri için “iddia” günü olsa da çoğunluğumuz için “muhasebe” günü olmalıdır. Özellikle bu 24 Nisan.
Kınalı Hasan’ın, Yarbay Şefik Bey’in, Koca Seyit’in “ne için savaştığını” , “savaşmayı değil ölmeyi emretmenin” ve bu emre sorgusuz itaat etmenin ne anlama geldiğini idrak etme ve gittiğimiz yolun Çanakkale yolu olup olmadığını muhasebe etmenin günü olmalıdır. Çanakkale’nin 100. yılını “anma şovu” na dönüştürme telaşında olanların yapabileceği bir şey değil bu muhasebe. Çanakkale şehitlerini anmayı bile kibirlerini parlatma vesilesi yapanların böyle bir muhasebe ile işi olmaz.
Hele hele Çanakkale’yi “imar/iskân” meselesinden ibaret sayanların hiç anlayamayacağı bir şeydir bu.
Çanakkale’yi Çanakkale yapan şey memleket için ölmenin doğallığında gizlidir. Memleket için hesapsızca ölmektir Çanakkale.
Elbette bu, kafası oy hesabından başka bir şeye basmayanların anlayacağı bir şey değil.
Ruhları şad olsun...