Burkay içeri, Türk Milleti kapı dışarı!

Etten ve kemikten olsaydı hâlâ... Ve hâlâ asker; rütbelerini sökeceklerdi muhtemelen...
Veya...
Bir sabah ansızın evini basacaklar, gözlerini kaybetmekten son anda kurtulduğu Trablusgarp’tan, “ölmeye” gittiği Çanakkale’den, “her karış toprağı kanı ile sulamaya and içtiği” Sakarya’dan yadigar silahını koydukları “delil poşeti” ellerinde, iki kolundan sürüyerek götürmeyi deneyeceklerdi “hesabını vermeye” (becerebilirlerse).
Yaşıyor olsaydı hâlâ; muhtemelen şu anda kafalarını vuruyor olacaklardı duvarlara:
“Neden kaldırdık sanki idam cezasını!..”
Bir pundunda getirip, “refendum, demokrasi, milli irade” naralarıyla kulaklarımızı sağır edecek, gerçeği işitemez hale getirecek ve kendi ellerimizle ördüreceklerdi belki de yağlı urganı... Aaa bir de bakmışız, şafak vakitleri sehpalar kurulur olmuş Beyazıt Meydanı’na!
İngiliz dostu Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın iktidarı yapar da, Amerika’nın “stratejik ortaklığı”na terfi eden torunları, varisleri, müridleri yapamaz mı yani!
Hemen buluverirlerdi bir Mustafa Sabri, yazdırıverirlerdi “vur” emrini:
“Padişah’ın aksi emrine rağmen istilacılara karşı direnişe geçen milliyetçilerin öldürülmeleri caiz olmakla kalmayıp hatta her müslümanın dini görevidir. Bu uğurda ölenler şehit, kalanlar gazi sayılır!”
Buluverirlerdi bir Dürrizade Abdullah Efendi, yayınlatıverirlerdi “katli vacip fetvasını”!
Hiçbiri mi gelmedi ellerinden?
“Üniforma”sına matbaa mürekkebinden lekeler düşürürlerdi manşetlerinde; ee artık ondan kolay ne var!
Hedef tahtası gibi boy boy fotoğraflarını gösterip, ucu iğneli dart oklarını tutuştururlardı “infaz” memurlarının ellerine; ki onlardan bol “kadro” yok bu devirde!
Eh bunca zulmün son perdesinde; vatan payidar kalırdı belki ama Fikriye biraz daha erken ölürdü gibi geliyor bana.. Ve bu kez “şaibesiz bir intihar” olurdu sonu; “Paşa”sına yapılanlar hepten çökertirdi onu!

***


Yaşıyor olsaydı hâlâ, böyle olmaz mıydı?
“Sarı saçlı, mavi gözlü” bir numaralı sanık, tasvirleriyle yüz yıllık bir hesaplaşmanın görüldüğü mahkeme salonunda yargılamaya koyulmadılar mı sanki emanetini?
Kitaplığında “Nutuk” bulundurmak, duvarına “resmi” ni asmak (hele de kalpaklıysa ömür billah kurtuluşun yok) suç sayılmadı mı? Devletin “1 numara”sı; “ilkellik” saymadı mı, kendimizi onun sözleriyle anlatmayı!
Yaşamıyor ya..
Etini kanırtamadıkları için buldukları dahiyane formülle kemilerini sızlatıyorlar şimdi.
“Ötekiler” gibi parmaklıklar ardında, gözden ırakta bırakıp, sesini kısıp saklayabilecekleri bir “beden”den ibaret değil ya... Hatırasından alıyorlar hınçlarını; baktılar ki olmuyor, ne yapsalar, ne etseler, ne ceza kesseler silinmiyor milletinin yüreğinden, “üstünü örtüyorlar” kestirmeden!
Yok edemeyince, varken yokmuş gibi davranıp acizliklerine tavan yaptırıyorlar!
Hem de ne uğruna?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “kansız darbe”yle federasyona dönüştürecek sihirli formül olarak gördükleri Kemal Burkay adlı “bölücü” uğruna?
Yeniçağ daha Burkay “Geliyorum” demeden ilan etmişti geleceğini.... Apo’nun hazımsızlığa neden olduğu hallerde “Light”ı olarak ikame edileceğini!
Ve Özcan Yeniçeri dün bir paragrafta özetledi Burkay geldikten sonra olup biteni:
“Burkay’ı Başbakan Erdoğan davet ediyor, Vali yardımcısı karşılıyor, Hükümetin Bakanları birbiri peşi sıra ziyaret ediyor ve kendisine olmadık iltifatlarda bulunuyor. Bu gelişmeler yeni bir sürecin işaretleridir. Bu durumdan AKP iktidarının Öcalan’dan umudunu kestiğini ve onun yerine Kemal Burkay’ı ikame etmeğe çalıştığı sonucu çıkarılabilir. Böylece AKP iktidarı yeni Anayasa ve “Kürt sorunu” konusunda legal bir muhataba kavuşmuş olmaktadır.”
Önceki gün de Nazlı Ilıcak tutmuş yazıyor ki;
“Kemal Burkay için endişeleniyorum...”
Burkay’ı ve fikirlerini yaşatabilmek için Atatürk’ü öldürüyor Nazlı Hanım; üzerine “bayrak örtüp” gıyabi cenaze namazını kılıyorlar en büyük emaneti olan “bir, bütün, bölünmez” Türkiye Cumhuriyeti’nin!
Mekanı cennet olsun, Rahmetli Behiç Kılıç’ın ifadesiyle “Türk Milleti kapı dışarı!.. Al Atatürk’ünü de defol!..” diyorlar yüzümüze karşı.
Ve dikkat ederseniz, doğduğumuz şehirlerden sınırdışı edilmemize ramak kala bile devlet “dört tane koruma” tahsis etmiş değil hiçbirimize!



BASINDAN SEÇMELER




Olacak iş değil(di)

Şimdi bu tabloyu gözünüzün önüne getirin lütfen. Otelin salonunda asılı büyük bir Türk Bayrağı, bayrağın üzerinde de Atatürk var.
Basın açıklaması burada yapılacak çünkü geniş masa orada. Gazeteciler geldiler, kameralar hazır.
Mikrofonlar masaya
konuldu.
Ancak ortada önemli bir sorun vardı!
Kültür Bakanı dönek Ertuğrul’la Kürtçü aydınımız (!) Kemal’in basın toplantısı yapacağı masanın arkasaında Atatürk’lü bir Türk Bayrağı asılı idi.
Bu olacak şey değildi!..
Kameralar bu bayrağın önünde çekim yaparsa
yanlış olur, bu durum Ertuğrul ve Kemal’in hiç hoşuna
gitmezdi!..
O halde ne yapmalıydı?
Çaresi hemen bulundu. Ertuğrul’un arkasında dolaşan Bakanlık yetkilileri aynı boyutta bir Türk Bayrağı’nı otel yönetiminden buldular...
Ve bu bayrağı Atatürk’lü bayrağın üzerine örtüp Atatürk’ü kendilerince yok
ettiler!
... Şimdi ben burada Ertuğrul’a “Yaa arkadaş nedir bu rezalet” diye sorsam yemin billah edecek, “Vallahi de billahi de benim haberim yoktu!” diyecek.
Üsteleyip “O halde dün öğrenmiş oldun. Bu marifeti sergileyen adamlarınla ilgili hangi işlemi başlattın” desem, bu kez de yanıt
vermeyecek.
Vaziyet böyle efendim!..
Bayrak değişimi sonrasında Ertuğrul, yeni Kürt aydınımız (!) Kemal Burkay’a, bakanlığı tarafından yayınlanan Kürtçü bir kitap armağan etmiş, her ikisi de çok mutlu olmuş! Yeni Kürtçülük hareketinin lideri yapılmak ve Kürtçüleri bölmek amacıyla yurt dışından transfer edilen Kemal Burkay çok değerli adammış!
Geldiğinin ertesi günü Egemen tarafından kabul ediliyor, Bülent hoş geldin mesajı yayınlıyor, Bülent onu oteline gidip ziyaret ediyor!
Son umudumuz (!) Kemal, sana sığındık, sana güvendik, hep seni bekledik.
Hızır gibi yetiştin imdadımıza!
Hükümetimiz sana minnettardır!
Emin Çölaşan / Sözcü




Karına göz koyduklarında da “kan dökülmesin verelim” mi diyeceksin

Şovmen Cem Özer’in Güneydoğu’daki son saldırılar üzerine söylediği sözleri okuyunca, terörün amacına nasıl ulaştığını bir kez daha gördüm:
“Saldır, bıktır ve kazan!”
“Buna artık çözüm bulunmalı. Savaşla olmayacak” diyor Cem Özer ve ekliyor: “Onca insan hayatını kaybediyor. Oradaki insanları da düşünmeliyiz. Artık devletin barış yoluna gitmesi gerekiyor. Kürtlere özerklik verilsin!”

***

Emrin olur Cem kardeş...
Şiddeti önlemeye bulduğun formül harika: “Ver, kurtul!”
Ayrılıkçı Kürtler Doğu’yu ve Güneydoğu’yu mu istedi? Bunun için kan mı döktü? Ver, kurtul!
Peki; yarın İstanbul’u da isterlerse... Ve tam senin evinin olduğu semte göz dikip, senin oturduğun binaya da ’özerk hükümet’in merkezi yapmak için el koymayı düşünürlerse...
O zaman da “verip” kurtulacak mısın?
Biraz amiyane olacak ama...
Bir adam başka birinin karısına göz koyarsa... Sırf ’kan dökülmesin’ diye o adama da ’ver, kurtul’ diyebilecek misin?

***


Sen hiç “vatan” diye bir şey duydun mu bilmem?
Sen, sana tokat atana öbür yanağını çevirebilirsin, “Buna da vur bir tane” diye... Bu senin karakterin olabilir...
Ama zorbalığa pabuç bırakan insan, insanlıktan çıkmaya mahkûmdur!
Anlıyorum seni; azalan şöhretini bu yolla artırıp, ekmeğini kazanmaya çalışıyorsun...
İyi de “vermeden, satmadan” yap bunu kardeşim...
Sanatınla yap... İlle de satarak yapmaya kalkışırsan; ilk satılan olacağını da unutma!
Kısacası; ben bu talihsiz sözlerini “Cem Özer komiklik yapmaya çalışmış ama yine becerememiş” olarak geçiştirmek istiyorum...
Mustafa Mutlu / Vatan




Akşam’da Nagehan Alçı krizi: Seni başımıza musallat edenlere lanet ediyoruz

“Yeter! Çek git artık!”

Maalesef aynı sayfaları paylaştığımız bayan yazarın Paratoneri haline geldik. Telefonu açan, e-postayı yollayan protestoyu üstümüzden geçiriyor. Hakikaten yeter artık. Başımıza musallat edip gidenlere, lanet ediyoruz. Bu hanımefendiye son kez sesleniyoruz; ’Çek git artık’. Arzu ettiği, televizyonlarda bağırıp-çağırsın. Onlar bizi ilgilendirmiyor. Aynı formayı giyip, sahaya çıkmaktan utanır hale geldik.
Burhan Ayeri / Akşam




Almanlar düşünce gücüyle çalışan otomobil hayata geçiriyormuş.
Ne diyelim ki? İnşallah biz de birgün “düşünce gücüyle çalışan insan” hayata geçiririz!
Fahrettin Fidan




Anlamayanlar eşek...

Fotoğrafın bir şey anlatması gerekiyorsa, anlatıyor:
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne hale geldiğini...
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, olanları “Hakka, hukuka, vicdana” sığdıramayıp onurluca giderken...
Kalanların hali bir hüzün fotoğrafı aslında... Al duvara as... Soranlara “Atatürk’ün ordusu” dersin...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet




İnkar var mıydı ki itiraf olsun

Dursun Çiçek’in mahkemede söylediği sözü okumanızı öneririm: ’İnternet andıcı gerçek bir belgedir. Bu da gerçek olsa söylerim. Sürekli ’Böyle plan olmaz’ diyorum.’
Andıç elmaysa, plan armut. Elmayla armut birbirine karıştırılıyor. İlkokul düzeyine indirerek açıklamak zorundayım çünkü birkaç gündür ’Dursun Çiçek itiraf etti, hani kağıt parçasıydı’ deniyor.
İlk başta da gazeteciler okuduğunu anlamıyor. Gerçi artık gazetecilikte böyle bir kriter de aranmıyor; okuduğunu anlamana göre değil, eline verileni yazmana göre iyi gazeteci oluyorsun. İşin ilginci, İnternet andıcı belgesini ilk günden beri kabullenmiş zaten Dursun Çiçek. Ortada itiraf yok, hatta yeni bir haber de. İdeolojik gözlüklerimizle mi haber yapacağız, yoksa gerçeği olduğu gibi mi sunacağız?
Oray Eğin / Akşam

Yazarın Diğer Yazıları