"Buhranlarımız"
Said Halim Paşa, meşhur “Buhranlarımız” adlı eserin sahibi, son dönem sadrazamlardan ve İslamcılık ekolünün önemli isimlerindendir. Celal Nuri Bey onun için, “evvela Müslüman, saniyen Türk, Salisen Osmanlı’dır” diye yazar. Halim Paşa’nın yaklaşık yüz yıl önce İmparatorluk döneminde yazdıkları bugünün Türkiye’sinin tasviri gibidir. Bu durum, Türkiye’nin yıkılış dönemindeki buhranlarından halen kurtulamamış olduğunun delilidir.
Bugün, Roma’da bir Ermeni terörist tarafından katledilmiş olan Said Halim Paşa’nın okunmaya değer bu kitabından birkaç paragrafı sizlerle paylaşacağız: “Gerçekte ise, hatalı anlayış ve düşünceler üzerine kurulmuş yalancı bir âlem içinde yaşamaktayız. Bu günkü ruhi ve fikri durumumuz da ondan doğmaktadır. Gerçek, hayat görüşümüzün dışında kalıyor. Böylece biz, doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hak yolunu sapkınlığa, olmamışı olmuşa, mümkünü imkânsıza katarak en olmayacak plan ve hayallerden saadet umuyoruz. Görülüyor ki, büyük hatalar, büyük hakikatler kadar sadedir” (s.108). Paşa bu yazdıklarıyla adeta bugün görülen davalara, ortaya atılan iddialara ve yürütülen tartışmalara atıfta bulunuyor gibidir.
“Metotsuz ve gayesiz olarak edinilen fikirler zararlı olur. Çünkü bu şekilde hâsıl olan fikirler, ancak yanlış kanaatlere sahip kimseler yetiştirir. Onlar da etraflarına zararlı olur” (s.100).
“Kanaat ve zanlara uyarak bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunu o kadar başardık ki, inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışı parlak, ama aslında ölüm getiren arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak yaşayıp durmaktayız” (s.107).
“Hakikaten de, hayli zamandan beri bizlere her ne öğretilmiş ve telkin edilmiş ise, hep kendi milli ve tarihi varlığımızı teşkil eden şeyleri kaldırıp, yerine yeni ve “batı işi” görülen şeyleri koymak gayesini hedef almıştır”(s.108)
Cehaletin eskisi ve yenisi!
“Cehaletimizin bir eski bir de yeni şekli vardır. Eskisi, fikir ve tecrübe sahalarını dolduran ilerlemelere ilgisiz kalmamızdı. Şimdiki ise, eskiden tamamıyla yabancısı olduğumuz ilimlerden pek az ve noksan bir şekilde haberdar olmamızdır” (s.106).
Paşa, evlat ve baba arasındaki çelişkiye de dikkat çeker: “Sosyal esaslardan olan an’ane ve karakter, usul ve adab, itaat ve ahlak gibi değerler, hürmet ve bağlılık göstermeye değer bulunmadı. Evladın pek noksan olan bilgisi ile babanın cehalet derecesine inmiş köhne malumatı karşı karşıya gelince, evladın saygısı ve babanın haysiyeti ortadan kalktı” (s.119).
Kendi kimliğine ve kültürüne yabancılığa da dikkat çekerek şöyle der: “Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkâr eden veya hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla da artık onun adına konuşmak (onun) hakkı değildir” (s.108). “Milli terakkimizi temin etmek için, o medeniyetten büyük ölçüde faydalanmaya mecburuz. Ancak bizzat yaptığımız tecrübeler kati olarak ispat etmiştir ki, batı medeniyetinden hakikaten istifade edebilmemiz onu aynen tatbik ile mümkün değildir” (s.109).
Paşa, araziyi değil gelenekleri kaybetmenin köleleştirdiğini de şu sözlerle ifade etmiştir: “Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, arazisini değil, kanun ve ananelerini kaybettiği için istiklalinden olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbur olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü milli değerlerini kaybetmiştir” (s.111).