Bu yolda yalnız yürüyeceksin!..

Akreditasyonu uygulayan Türk Silahlı Kuvvetleri, mağduru olan da büyük oranda “bu devrin egemenleri” ya, kaç gün geçti bitmedi hesap sorma faslı hâlâ...
Vay efendim nasıl olurmuş da Samanyolu TV, S Haber, Kanal 7, Ülke TV, Kanaltürk, Bugün, Taraf, Yeni Akit, Zaman muhabirleri törene sokulmazmış...
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı kınamadan sonra dün de Fehmi Koru ve Nazlı Ilıcak’taydı sıra.

***


Onlara gelmeden önce, güncel bir örnekle TGC’ye birkaç basit sorum olacak yine:
Sayın TGC Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç,
Bilmem dünkü Yeni Akit’in birinci sayfası ilişti mi gözünüze? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Avusturya gezisinde uçakta çekilen bir fotoğrafı yayınlamışlar. Davutoğlu’nun yanında Yeni Akit gazetesinin temsilcisi var. Ha bir de Habertürk’ten Muharrem Sarıkaya girebilmiş kadraja. Başka hangi gazeteler davet edildi bilmiyorum ama davet edilmeyenlerden birini biliyorum:
Yeniçağ!
“Akreditasyon” denklik anlamına geliyor ya, iktidar sahipleri bunu “kafa denkliği” olarak yorumlamış belli ki! Bu durum karşısında, TGC olarak Davutoğlu’na turistik geziye gitmediğini, dolayısıyla gazeteler arasında “kafa denkliği” ölçüsünü temel alarak ayrım yapamayacağını hatırlatacak mısınız?
Biz davet almadığımızı bildirdiğimize göre Davutoğlu’nu da kınayacak, ayıplayacak ve soracak mısınız:
O uçakta Yeniçağ neden yok?

***


Yazının bundan sonrası Erinç’in bu soruyu sorup soramayacağına dair tahmininizi hayli kolaylaştıracaktır...

***

Fehmi Koru kasım kasım kasılarak yazmış dünkü yazısını. “Konunun Star’la hiçbir ilgisi yok ama ben basın özgürlüğü için mücadele veren bir büyüğünüz olarak bakın size nasıl sahip çıkıyorum” pozlarında!
Diyor ki;
“Gazeteciler anayasa ve yasalarla koruma altına alınan ’halkın haber alma hakkı’nı halk namına kullanan ve onların kullanabilmesini sağlayan kişilerdir; bir tür kamusal görevdir gazetecilik... Bir gazete veya TV kanalının başka yayın organlarına açık faaliyetleri izlemesine engel çıkartanlar, onların hitap ettiği okur veya izleyici kitlesinin haber alma hakkını çiğnemiş demektir.
(...)
Yasakçı zihniyet, yetkilisi olduğu kurumu, babasının malı mı sanıyor yoksa?”
Bu yazı bana ümit verdi... Doğru soruyu sorabildiğine göre doğru kişiye de sormayı başarabilirsin belki; hadi yap bize de bir “büyüklük” Fehmi abi(!)
Hani şu Cumhurbaşkanlığı gezilerinde kullanılan, neredeyse demirbaşı olduğun uçak var ya, havalandığınız anda bir sağına bak, bir soluna... Taha Akyol, Hasan Cemal... Aaaa Yeniçağ’dan kimsecikler yok mu ortada? Eski dostluğunuz da var, nazın geçer, yukarıdaki kararlılıkla sor Cumhurbaşkanına:
“Cumhurbaşkanlığı makamı babanın malı mı, resmi geziyi takip edecek gazetelere hangi hakla ayrımcılık uygularsın?”
Bitmedi, elin değmişken, nasıl olsa her hafta programa da gidiyorsun, bir de TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in kulağını büküversen;
“Bu kurum senin babanın malı mı? Biz ihya oluyoruz, tamam “ortakçı” istemiyoruz payımıza... Ama onların gözü “cukka”da değil ki! Yeniçağ’a keyfi boykot da nereden çıktı?”
Hayır bizim de elimiz kalem tutuyor çok şükür ama biz sorunca kimse “aaa ne demokratsınız” filan demiyor, “suç” oluyor, Bakırköy Adliyesi’nde alıyoruz soluğu!
Bir de THY var; Hamdi Toçu’ya da soruversen:
“Babanın malı mı, nasıl yasaklarsın uçaklara Yeniçağ’ın alımını?”

***


Saray yavrusundan bakınca nasıl bir manzara görüyorsa “hayret” demiş Nazlı Ilıcak da yazısında:
“Darbeye teşebbüs eden generaller yargılanıyor, “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat bitti diye seviniyoruz, ama akreditasyon hâlâ devam ediyor. Bir zahmet Başbakan, Mamak’taki 4. Kolordu Komutanlığı yetkililerinden bu yasağın gerekçesini öğrenebilir mi?”
Pes... Yahu senin “bu yasağın gerekçesini öğrensin” dediğin Başbakan değil mi bu işlerin piri!
Yaptığı medya toplantılarında “bir kısım gazete ve televizyona”
ambargo uygulayan o değil mi?
Madem bu kadar merak ediyorsun, Başbakan’a sorsan da biz de öğrensek neymiş bizi akredite etmeme nedeni?
Ama nerdeeee; itiraf et Yeniçağ’ı akredite etmedi diye için için sevinmişsindir bile belki!

***


Baktım Yalçın Doğan da dün bu konuya değinmişti. Yazısının başlığı “Ötekileştirmenin resmi”.
“Ne yazık ki, madalyonun öteki tarafı var” cümlesini görünce “hıh” dedim “nihayet biri bütün devlet kurumlarının ve devleti temsil eden şahısların, bütün gazetelere eşit mesafede olması gerektiği”ni hatırlatacak bu taifeye...
Demez olaydım. Sözüm ona “adil kalem”lik yapan Doğan da “Başbakan Erdoğan dört-beş ay önce TV ve gazetelerin patron ve yöneticilerini Başbakanlık Konutuna davet ediyor. Birgün, Aydınlık, Cumhuriyet, Sözcü, Ulusal Kanal hariç. Erdoğan da, tıpkı Genelkurmay gibi, kendisini eleştiren gazete ve TV’lere ambargo koyuyor, ötekileştiriyor” yazmasın mı!
Ya sen ne yapıyorsun şimdi Yalçın Doğan!
Başbakan’ın o toplantıya çağırmadığı gazetelerden Yeniçağ’ın adını anmaktan bile çekinmen neden?
Kafa aynı kafa, ne farkın kaldı, sen de “ötekileştirmenin” ressamı oldun şimdi?

***


Durum bu işte;
Ne o tarafta yerin var, ne bu
tarafta...
Ne sağına dayayabilirsin sırtını, ne soluna; her daim uçsuz bucaksız bir açıklıkta, korunaksız, dayanaksız, sığınaksız “tek tabanca”sın bu dünyada!
Vatanını seven insanların kaderi;
Biz medyada yaşıyorsak, MHP de siyasette yaşıyor benzerini, ülkücü öğrenciler okudukları üniversitelerde, işçiler, memurlar bağlı bulundukları kurumlarda, belediyeler merkezi bütçeden haklarını alamadıklarında...
Bir tek “görmezden gelinmek” olsa iyi, bir de hedef gösteriyorlar, kışkırtıyorlar, tuzak kuruyorlar... Karısı AKP’den milletvekili olan İhsan Dağı’nın yaptığı gibi bir nevi “taranbaba”ya çevirmeye çalışıyorlar seni:
“Bu ülke Kürt meselesi, Ermeni soykırım iddiaları ve Kıbrıs davasını aynı anda kucağında bulduğunda milliyetçilik tavan yapar. Bu üç konu milliyetçiliğin ‘afrodizyakları’dır; onu uyarır, şahlandırır. Dikkat edin, bu noktalarda ‘milliyetçi’ kesimlerle ‘ulusalcı’ gruplar ve fikirler arasında evlilikler de görebiliriz. Sonuçta, bu üç konuda ‘resmî’ ve baskın toplumsal görüş dışındaki kanaatleri seslendirmenin zorlaştığı otoriter bir siyasal ve sosyal iklimde bulabiliriz kendimizi.
Bunlara ek olarak dördüncüsü, etrafımızı saran dış politika konuları; İran, Irak ve Suriye ile yaşanan gerginlikler... Kürt sorununun çözülemediği bir noktada Irak’ın bölünmesi Türkiye Kürtlerini heyecanlandıracağı gibi, geri kalan kesimlerdeki bölünme korkusunu da zirveye çıkarır. Böyle bir durumu MHP’nin avantaja çevirmesini önlemek isteyen rakipleri ‘milliyetçilik yarışı’na kalkışacaklardır. Dahası Suriye ile neler yaşayacağımız henüz meçhul. Türkiye’nin de taraf olacağı sıcak bir çatışma kimse için sürpriz olmaz. Herkes bilir ki, savaşa bulaşan bir ülkede ilk kabaran şey, milliyetçiliktir...”
Aman taşmasın, değip geçtiği yeri zehirler diyecek nerdeyse...
Hoş, onu diyen de oldu bu ülkede, Ahmet Altan “milliyetçilik zehiri” diye kusmadı mı kinini birkaç gün önce!

***


Gelelim bütün bunları peşpeşe sıralama nedenime:
Bu yazıyı sana yazıyorum “genç arkadaş”!
Sana; bozkurt yaptığı elini göğe doğrultmuş “öz yurdunda parya” olmayacağı günlerin hayalini kuran çocuk!
Gün gelip hayallerin yıkıldığında, sakın ola kendinden şüphe duyma, “nerde yanlış yaptım” diye kendini suçlama...
Sen yanlış yaptığın için, eksik yaptığın için değil sadece sen olduğun için hor görüleceksin, incitileceksin, itileceksin!
Nihal Atsız “yolun sonu”nu gördüğü gün;
“Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize” derken nasıl bir ızdırap içinde idiyse, senin de öyle kanırtılacak yüreğin!
Türklüğünü inkar etmemenin bedelini ödeyeceksin; Ziya Gökalp gibi...
Ahmet Gürsoy birkaç gün önceki yazısında söyledi nedenini:
“Çünkü sen ülkücüsün/milliyetçisin!”
Yaşadığın yüzyılın fedakarları olmak üzere kodlandı zihnin...
Bu ülkeyi karşılık seversin!
Herkese “zulüm”dür mahpuslar, “işkence”dir zindanlar; sana “müstahak”; bir kişi bulamazsın tabutluklarda çürüyen bedeninin hesabını soracak!
Herkese açıktır devlet kapısı, senin yüzüne kapanır!
Herkesin kurtarıcısıdır adalet, sana okkalı bir tokat patlatır; feleğini şaşırırsın!
Oğul verirsin oğul;
Dursun gibi dizkapakları matkapla delinir, ayakları jiletle kesilir, ciğerleri pompayla şişirilir ve pencereden atılır...
Daha dün Eyüp’teki kabri başında andığımız Süleyman gibi, üç gündür aç olan arkadaşlarına yemek götürürken okulunun bahçesinde kurşunlanır.
Veya Yusuf gibi vatanımın ha ekmeğini yemişim ha kurşun der, açlığı ancak şehadetinden sonra otopsisinde ortaya çıkar!
Dua beklersin, milletinin razı olduğunu bilmek istersin sadece, “ülkücü terör” diye iftira işitirsin üstüne!
Hep başkalarının kahramanlık hikayeleri anlatılır, Mustafa’lar, Ruhi’ler sanki hiç yaşamamıştır!
Herkes konuşur, her yerde konuşur; hepsine “haktır” da tek sana gelince görünmez straforlarla kaplanır çığlığın!
Otuz yıldır evlatlarının mezartaşlarının nöbet tuttuğu vatan toprağında haini, bölücüsü, arsızı, işbirlikçisi, ocusu, bucusu, şucusu herkes istediği gibi at koşturur; sen bayrağını takıp göğsüne dolaşamazsın huzur içinde; yolun kesilir!

***


Ve gün gelir!
Ayağının altına kırmızı halılar
serilir...
Bütün meydanlar artık senindir, kürsüler, ekranlar...
Dün yoluna barikatlar kuranlar “koçum” diye sırtını sıvazlamaya başlar.
Sen bile şaşırırsın...
Şaşırma, bil ki o gün vatan için ölmek vaktidir, mücadele vaktidir, çarpışma vaktidir; “er”gerektir!
Veyahut “oy” gerektir; “faşist” dediğinin arkasından “ağlamayı” öğrenir kimileri; ülkücüye “evet” dedirtene kadar gözyaşları inci gibi dizilir..
Güya iltifatlar yükselir:
“Ben senin gibi ülkücü hiç görmedim!”
Benim vatana duyduğum sevdaya muhtaç olduğun güne kadar bakmadın ki, nasıl göreceksin!

***


Velhasıl “genç arkadaş” sevmiyorlar, ağzınla kuş da tutsan sevmeyecekler seni! (Sakın deneme ha, bir de hayvan hakları savunucularıyla uğraşmak zorunda kalırsın mazallah! Hem sevmesinler; Mustafa Kemal “herkes beni sevsin” derdine düşseydi yedi düvelin karşısına dikilebilir miydi! Damat Ferit’ten takdir görmek için boyun eğdi mi! İşgalcilerin madalyalarına layık olmak için taviz mi verdi!)
Nerden mi biliyorum?
Kendimden...
Evet her cümlem sana ama aynanın karşısından yazıyorum hepsini!
Karşımda akis diye beliren kocaman bir yalnızlık!
Olsun!
Bunu bilmek bile güç veriyor
bana!
Farkında olmak uyanık olmamı sağlıyor, kanmamamı, “onların” ittiği yola sapmamamı...
Sen de korkma!
Umutsuzluğa kapılma!
Şu sözü hiç aklından çıkarma:
“Hak bildiğin yolda, yalnız da olsan yürüyeceksin!”
(Tevfik Fikret)

***


Hem kim bilir bakarsın bu “yüzleşme” dev bir “yalnızlar korosu” meydana getirir... Hep birden yaparsak serenadınımızı, belki önünde diz çöktüğümüz bu millet uçurumdan önceki son çıkışta olduğunu anlar, bu kez de bize kulak verir!

Yazarın Diğer Yazıları