Bu yazıyı sakın çocuklara okutmayın


BASINDAN SEÇMELER

Bu yazıyı sakın çocuklara okutmayın

Şaka yapmıyorum... Gerçekten “çok ayıp sözler” var bu yazıda... Her daim televizyonlarda ahkâm kesenlerin gerçek yüzlerini öğrenmek istiyorsanız siz okuyun...
Ama sonra kesip, yok edin...
Önce yırtın, sonra yakın, küllerini de suyla hamur yapın!
Yapın ki... Çocuklarınızın ahlakı bozulmasın...
Daha da önemlisi hem gazetecilikten, hem siyasetçilikten soğumasınlar...
Anlatacağım olay, “artı 18” lik...
Çünkü hem şiddet hem de cinsellik içeriyor!
Tarafları ise eskinin gazetecisi, şimdinin AKP Milletvekili Şamil Tayyar ile eskinin milletvekili, şimdinin yazarı Nazlı Ilıcak...

***


Bizim mahallenin “kurnaz tilki” si Nazlı Ilıcak, benimle polemiğe girmeye kalkışınca tavsiyeme uyup sessizliğe gömüldü ve kuyruğunu anahtarlık olmaktan kurtardı...
Ama Şamil’e fena yakalandı!
Nazlı Hanım, iktidarın MİT Başkanı’nın ifadeye çağırmasıyla ilgili bir yazı yazmış... Şamil de o yazıyı beğenmeyip, cevap vermiş...
Bizim tilki altında kalır mı bunun?
Nasıl olsa yirmi dört saatinin en az altısını, o kanal senin, bu kanal benim demeden televizyon ekranlarında geçiriyor; konuşacak konu lazım!
Neyse; konuşmaktan, bırakın okumayı ve öğrenmeyi; dinlemeye bile vakit bulamayan bu hanımefendinin yolu, o günlerde dinci bir kanala düşmüş ve Şamil Tayyar’ın ipliğini pazara çıkarmış...
“Şike yasasında Başbakan’la ters düştü ya şimdi sözüm ona göze görmek için beni kullanıyor” diye başladığı cümleyi şöyle bitirmiş:
“Bir zamanlar DSP’den aday gösterilmek için partinin kapısını aşındırıyordu... Zaten, 28 Şubat sürecinde de MİT’le ortak çalışmıştı...”

***


Tahmin edebileceğiniz gibi bu sözler, Meclis’in tartışmasız “ağzı en bozuk üyesi” olan Şamil Tayyar’ı çileden çıkarmış...
Twitter’dan Ilıcak’a hakaret yağdırmış... Ben tane tane yazayım; siz de sindire sindire okuyun ki mideniz bulanmasın:
“Ilıcak iddiasını ispatlamazsa namussuzdur, şerefsizdir, ahlaksızdır.”
“1999’da DSP’den adaylık teklifini, cemaatten dostlarımın telkiniyle kabul ettim, o dönemde ağırlıklı olarak DSP destekleniyordu. Şimdi Nazlı Ilıcak’a soruyorum: 28 Şubat’ta kurmaya çalıştığınız MİT ilişkisi cemaati de bağlar mı? Cemaat, MİT’le ilişki içinde miydi?”
Esas bombalar şimdi geliyor:
“Yataktan yatağa savrulanlar dahil tüm gazeteciler, kim elinde ne bilgi ve kayıt varsa açıklasın, arşivler dökülsün, hodri meydan...”
Nasıl?
“Vay, vay, vay” diyor musunuz? Devamı var:
“Hakkımda ufacık bir bilgi ortaya dökülsün vekillik dahil her şeyi bırakırım. Aksi halde iddia sahibinden tek talebim şu: Ayıkken konuş?”
“Geçmişten ders almadan yaftalayarak susturacağını sananlar şunu bilsinler: En az namussuzlar kadar cesurum...”
“İt ürür, kervan yürür...”
Ve asıl bomba:
“Nazlı müfterisine son sorum: Emin Şirin’le ilişkiniz başladığında Kemal Ilıcak sağ mıydı? Kemal Bey niye öldü?”

***


Lütfen dikkat edin:
Bu kavga, bir kenar mahallesindeki iki çirkefin kavgası değil...
Hem gazeteci, hem yazar, hem de yüce parlamentoda görev yapma onurunu yakalamış sözüm ona iki aydının “seviyeli tartışması...”
Birbirlerine tahammülsüzlükleri; Başbakan’a yaranma yarışından kaynaklanıyor...
Sırf bu yüzden vurdukça vuruyorlar...

***


Hani; Ahmed Arif, Adiloş Bebe’ye seslenirken, “Tanı bunları, tanı da büyü” diyor ya...
Siz de tanıyın bunları artık...
Tanıyın da; en azından ekranlarda gördüğünüzde “Ne söylüyorlar” diye ciddiye alıp, zamanınızı telef etmeyin!
Mustafa Mutlu / Vatan




Gücünü kaleminden mi rimelinden mi alıyorsun

Rasim Ozan Kütahyalı, hakkındaki “dolandırıcılık” şikayeti dolayısıyla İstanbul Emniyetinde ifade vermiş.
Başka bir gazeteci “Yankesicilik ve Dolandırıcılık Büro Amirliği”ne ifadeye gitseydi televizyon ekranlarında yanar döner flaşlar patlar, gazetelerde boy boy resimleri yayımlanır, köşe yazarları ballandıra ballandıra olayın “perde arkası”nı anlatırdı.
Hiçbiri olmadı, çünkü haberi veren internet sitelerinin bildirdiğine göre Kütahyalı gazetecilerden “kaçırıldı”. Garaja indirildi ve güvenli bir şekilde otomobiline bindirildi!
Okurken aklıma evlerinden adeta sürüklenerek çıkarılan “öteki gazeteciler” geldi. Polislerin göstere göstere ifadeye götürdükleri, iki kollarına girerek yüzlerini gözlerini açtıkları -ki daha net fotoğraf verebilsinler- gazeteciler, arka arkaya patlayan flaşlar, uzatılan mikrofonlar... Yine haberi veren internet sitelerinin bildirdiğine göre kocasının “dolandırıcılık” şikayeti üzerine ifade vermesinin ardından Asayiş Şube Müdürlüğünü terk eden “gazeteci” Nagehan Alçı karşısında “gazetecileri” görünce şaşırmış. “Lütfen çekmezseniz çok memnun olurum. Çok kötü görünüyorum. Kanalla ilgili küçük bir şey vardı. Yayınla ilgili bir detay. Birazdan Rasim size anlatır” diyerek fotoğrafının çekilmemesini istemiş. Sanırsın pijamayla manava giderken papparazilere yakalanan Demet Akalın! Avukatsız çıkmayan gazeteciler çağında, kuaförsüz çıkmamak da ne ola!
Gazeteciliğin aracı ruj, rimel, allık değil ki, kalem... Yoksa sen “kapatıcı” kullanarak mı yazıyorsun yazılarını? Sermayen “görüntün” değil de kaleminse, yüzün isterse çarşamba pazarı gibi görünsün kime ne? Eğer sermayen yüzün değilse...




Geçme namert köprüsünden...

...Ermeni aydını, gerçekten aydın olduğunu iddia ediyorsa, o zaman kendi toplumuna aynadaki görüntüsünden utanmayı salık vermeli. Aksi halde bu yara hep kanayacak, bir insanlık dramı olarak hep kan akıtacak. Hem bu dram 90 değil, bundan 20 sene önce gerçekleşti. Ermeniler’in uydurdukları soykırım hikayesini dinlerken, Batı’nın sadece Türk-Müslüman medeniyetinin önünü kesmek için konuyla alakadar olduğunu; 20 sene önce Hocalı’da, Türk yurdu olan Karabağ’ın tam göbeğinde yok etme ihtirasının çirkin simasını görmezden geldiğini görüyorum ve insan hakları dersi veren Batı’nın ne kadar zavallı durumda olduğunu anlıyorum. Çünkü adalet, vicdan ve insanlık gibi kavramları özünde barındıran bu anlayışı görmezden gelen gözler, sadece kör değil manen de bitmiştir. Haksızlığı, adaletsizliği ve vicdansızlığı görmezden gelenin ismi ağırdır. Azerbaycan’da bu ikiyüzlü anlayış için çok sevdiğim bir atasözü vardır: Geçme namert köprüsünden, sel alır.
Sevil Nuriyeva / Star




Filler itişiyor

İki itibarlı çanak tokuştu. Birbiriyle vuruştu. Vuruştu mu? Vuruşturuldu mu? Netleşmedi. Pek anlaşılmadı. Oysa çanakların vuruşması; “çın... çın... çın... tın... tın... tın...” sesleriyle çevreyi sallayıcı, sarsıcı oldu.
Üzerinden bir hafta geçti.
Bakıyorum:
Çanak sahipleri; “bizim çanak sağlam, gövdesi yerinde, başı ile tabanı, ustasının elinden ilk çıkmış gibi uyumlu” görüntüsü verme gayreti içindeler.
Oysa iki çanak tokuşur.
Biri kırılır.
Biri çatlar.
Hangisi çatladı?

***


Gerçekten de çatlamanın olduğunu bağıran belirtiler vardı:
10 polis şefi kızağa alınmıştı.
Savcı dosyadan el çektirilmişti.
700 polis yer değiştirilmişti.
MİT İstanbul başkanı da yerinden oynatılmış Ankara’ya vidalanmıştı....
Adını tam koymak zorundayım.
Çanaklar tokuşmuyor.
Filler itişiyor.
İtişmenin arkası mutlaka gelecektir. Savcıyı dosyadan el çektiren, polis şeflerini kızağa yollayan, İstanbul’da görevli 700 polisi yerlerinden oynatan sarsıntı; “Oslo’da MİT Müsteşarı ile PKK önde gelenlerinin açılım görüşmeleri” yüzünden patlamıştı. Oslo görüşmelerinde nelerin olduğunu dosyadan el çektirilen Savcı biliyordu.
Belli ki çatlama büyüktü. İki taraf da başlangıçta; “İslamın yapıştırıcı gücünü kullanmak” için yola çıkmışlar, “kavimeyetçiliği” din yapıştırıcısı ile aşabilmeyi düşünmüşlerdi.

***


Fillerin itişmesine geldik. Açılım; demokratik özerklik denilen “Federasyonlu Türkiye” olabilir diyenlerle “Üniter Türkiye” diyenler arasında derin farklar yarattığı için Meclis tek maddelik jet kanun değişikliği yapmaya zorlandı.
Çok ilginç bir tesadüf oldu.
Hayatın ikramı gibi...
Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Bartholomeos, itişmiye girmiş fillere ders olacak bir açıklama yaptı ve “Ben Türküm” dedi.
Patrik Bartholomeos, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes, din, mezhep, dil ve etnik köken gözetmeksizin Türktür” diyerek “Türk tanımının bir ırk ayrımını anlatmak için değil birleştirme- bütünleştirme” için kullanıldığını söylemiş oldu.
Necati Doğru / Sözcü




Erbakan’ı bilmem ama sen direnebilirdin

Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın, Mehmet Ali Birand’ın 28 Şubat belgeselinde söylediği “Erbakan tankın üstüne çıktı da, basın haber yapmadı mı?” mealindeki soruyu eleştiren Ergun Babahan “Erbakan tankın üzerine çıkabilir miydi, çıksaydı da haberler demokratlığı üzerine değil, akıl sağlığı üzerine olurdu” diyor dünkü yazısında...
Erbakan tankın üzerine çıkabilir miydi bilmem ama sen meslektaşlarını andıçlayan manşeti atmayabilirdin. Tabii mesleğini egemen güce paspas etmeseydin...

Yazarın Diğer Yazıları