Bu telaşın sebebi nedir?
Ümraniye iddianamesinden cımbızladıkları ifadeleri sanıkları linç etmek için kullanan, Türkiye’yi aydınlığa çıkarmak(!) uğruna, ne kadar gizli kalmış bilgi-belge varsa yasa, yasak dinlemeden ’gazetecilik aşkıyla’ yayımlayan yandaş medya, sanıkların sorgulanmaları sırasında yaşanan diyalogları nasıl saklayacağını şaşırdı!
Gazeteciler Ümraniye Davası ile kurdukları derin ilişkilerin etkisinde mi kalmaya başladılar dersiniz?
Vaziyet tam “karakolda doğru söyler mahkemede şaşar” misaline döndü! Bizimkiler de ’mahkemede doğruyu dinliyor, gazetede yazarken şaşıyor’. Tabi dinliyorlarsa!
Belki de, ’nasılsa burada konuşulanların önemi yok, bizim haber metni 17 ay önceden hazır, kafa patlatmaya değmez’ deyip, altın musluklu, savorosky işli yatakları olan, sırmalı perdeli rezidanslarının hayalini kuruyorlardır...
Bedenleri Silivri’de, ruhları Dubai’dedir!
Kim bilir?
Haberin göbeğinde yaşanan diyaloglar gazetecinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkamayacağına göre... Gazete sayfalarının, Ümraniye Mahkemesi’nde olup biten ile böyle tezat oluşturması başka nasıl mümkün olabilir?
Ya işgüzarlık yapıyor, milleti de aptal yerine koyuyorlar...
Ya da, gazetecilik maskesiyle bambaşka bir görevi ifa ediyorlar.
++++++
Bu siyasi bir hesaplaşma
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Ümraniye Davası için şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Bu operasyonun hedefinin ne olduğunu AKP’nin sözcülüğünü yapan medyada görüyoruz. Tahkikatın gizliliği bir kenara bırakıldı. Tahkikat birileriyle birlikte götürülüyor. Bunun ciddi bir hukuki olay olmadığı ortada. Bu siyasi olayın arkasında Başbakan var. Bu davayı birlikte açtılar. Bütün AKP yandaşı medya ile. Ne yapılması gerektiğini onlar söylediler.”
Ali Yiğit’e mahmeke sorgusunda kırk soru yöneltilmesini linç olarak değerlendirenler, yataklarından alınıp günlerce emniyette tutulan, fiziksel ve psikolojik olarak zayıf düşmüş halde savcılığa çıkarılan 14, 15, 16, 18... saat sorgulananları, dvul zurna ile cezaevine uğurlarken ‘linç’ kelimesinden habersiz miydiler? Ya turp gibi girip ölüme tahliye olan, düşüp felç olan, kanser olan... onca sanık lince uğramış olamaz mıydı? Bu çifte standart bile asıl olanın hukuk olmadığını göstermiyor mu sizce? İddianameyi peşinen yazan, sanık listesini oluşturan yandaş medya alışkanlıkla, bugün de hüküm mü veriyor?
Sahi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir Fransız televizyonuna konuşurken davayı ‘Türk Siyasi hayatının en önemli davalarından biri’ diye değerlendirmemiş miydi?
++++++
‘Asrın sanığı’ saç baş yoldurttu
Ümraniye Davası’nda, sanıklar savunmalarını vermeye başladı. Önceki gün davanın 3 No’lu sanığı Ali Yiğit çapraz sorguya alındı.
Yiğit; ’tesadüfen eski oturduğu evin önünden geçerken asrın davasını başlatacak operasyona denk gelerek(!), bir bedevinin çölde kutup ayısı görebilmesi olasılığı’nın bulunduğuna emsal teşkil edebilecek tipte biri...
Mahkeme heyeti;
Sık sık “unutan, hatırlamayan, sonradan anlayan, karıştıran...’ yine de ’eskiden oturduğu evin anahtarını bulunduran, bunu içeride bomba olduğunu bildiği halde polislere verip, bir de kendilerine refakat eden, C-4’ü bulunduğu kutuyu sallayınca çıkan ‘tık tık’ sesinden tanıyan ama gerdek gecesi ‘tık yok’ diye akrabasını arayıp cinsel destek kuvvet isteyen...’, nihayetinde Ümraniye sanıklarının, 17 ayın sonunda hala anlam veremedikleri tutukluluklarına ’vesile’ olan, ’el bombalarının bulunuşunun yegane şahidi’ olan bu ’kilit sanık’ hakkındaki tespitini yaptı:
” Doğaya aykırı davranıyor! “
Çelişkili ifadelerinin çileden çıkardığı sanıklar isyan etti: ” Biz bu adamın ifadelerine göre mi yargılanıyoruz?
Kısaca “asrın sanığı” mahkeme başkanına saç baş yoldurtarak ‘asrın haberi’ne konu olmayı başardı!
++++++
11. Gün tık yok!
15 Kasım 2008: 11. gün... Hala ses seda yok! Görüyorsun ya Engin, seni bana Ümraniye Davası bile unutturamaz! Hatta anırma takibimde tetikleyici etkisi bile olur. Medyanın hali malum. Türkiye’de sözünün eri, dürüst, ilkeli, tek makamı gazetecilik olan bir medyaya bu kadar ihtiyaç varken, sana bu sürece öncülük yapma şansı veriyorum.
Hâlâ ‘adı Hüseyin olan biri Obama demek değil’ diyen kıt akıllılar çıkıyor. Yine anlatayım: Ardıç, 4 Kasım 2007’de Hilary Clinton’un Demokrat Parti içindeki rakibi olan Barack Obama’yı analiz ederken “Adı Hüseyin olan biri ABD Başkanı olursa Taksim’de anırırım” demişti. Dağdaki çoban Hüseyin’i anlatırken değil!
++++++
“Devlet derin devlete karşı”
Medya, denize düşen yılana sarılır misali, ‘doğaya aykırı davranan’ sanıkların ifadelerinden medet umarak, savcılık makamını terk etmemekteki ısrar nöbetlerini bir yana koyarsak, genel manada sessizliğe gömüldü. Bu da insana geride kalan 17 ayı düşünme fırsatı veriyor.
Ne oldu bu 17 ayda?
1. dalga, 2. dalga, 3., 4., 5,....
Emekli askerler gözaltında, Kuvvacılar tutuklandı, Atatürkçüler terörist çıktı... sıra muvazzaflar ve akademisyenlerde...
Her dalgada nasıl da “müjdemi isterim” havası atıyordu yandaş yayın yönetmenleri değil mi?
Attıkları manşetlerine nasıl hassas kılıflar biçiyorlardı:
Türkiye çetelerden arınacak!
Artık hiçbir şey gizli kalmayacak!
Yeni bir dönem başlıyor!..
Gerçekleri ortaya çıkarmak(!) uğruna, soruşturmanın gizliliği, konulan yayın yasağı hepsi rafa kaldırılmamış mıydı?
Ne uğrunaydı peki?
Daha aydınlık bir Türkiye!
Daha iddianame bile ortada yokken, teker teker bütün suçlamaları yazabilecek, suçlanacakları öngörebilecek kadar, haberlerine konsantre olmuş bu arkadaşların projektörlerine ne oldu Allah aşkına?
Silivri civarı neden birden zifiri karanlığa gömüldü?
İstediğiniz bu değil miydi? 17 ay boyunca, hukuku ve insan haklarını, soruşturmanın ve özel hayatın gizliliği ilkelerini ihlal ederek, insanların hayatlarını didik didik ederken bulmayı umud ettiğiniz şey bu değil miydi? Gerçek!
Peşinen darbeci, katil, cani, kaçakçı, şantajcı, terörsit, mafya, çete... diye yaftaladığınız insanlar teker teker gerçeklerin er meydanına çıkmıyor mu şimdi?
Yemin de ediyorlar, hukuk önünde hesap da veriyorlar; hepinizin ideolojisine uygun birer güvencesi var yani mahkemenin!
Aylarca itibarlarını zedelediğiniz, iddianamede, ek delil klasörlerinde haklarında onur kırıcı, yüz kızartıcı ne kadar ifade varsa cımbızlayarak manşete taşıdığınız bu insanların sesini duymaya neden tahammül edemiyorsunuz?
Bırakın onların sözlerini, onlara sorulan soruları bile veremeyecek kadar koktuğunuz şey nedir?
En başında yazdığınız senaryoya uygun yürümüyor mu işler?
“Devlet, derin devlete karşı” değil mi?
Ne dersin Ergun?
Sanıkları geçtim, savunmaları da geçtim, ama neden hukuk devletinin, mahkeme başkanının, avukatların sesini kısıyorsunuz? Gazetecilik, dönüşü olamayacak kadar geride mi kaldı sizin için?
++++++
OPERASYONEL konUMlandIrma:
Dürüst vatandaş! Kahraman baba!
Haber her haliyle “asrın haberi” olabilecek değerdeydi de... Yeterince gerçek, yeterince sansasyonel, yeterince benzersiz, yeterince görülmemiş, yeterince tuhaf, ilginç, okunur, güncel, sürükleyici olan bu haber, bizim ‘Ümraniye deyince akan suları durduran’medyamızca, atlandı. Yok yok ‘atlandı’ demek, verdikleri ‘emeğe’ haksızlık olur. Çünkü, haberi epey özenli bir ‘neşter operasyonu’ndan geçirmiş, o haliyle de manşetlerine bile çıkarmışlardı.
“Gazetecilik” okullarına, vak’a analizi olarak mutlaka müfredata almaları önerisinde bulunacağım bu haberleri tek tek mercek altına alıp, bir olay nasıl bin farklı türde çarpıtılabilir göstermek istedim. Haberin öğelerini cevaplamazsan ortaya çıkabilecek güdüklüklerin hepsi bir yerde az bulunurdu çünkü. Sağolsunlar, yine manşetleri de, metinleri de ‘tek elden çıkmış’ gibi olduğu için o kadar zahmete gerek kalmadı.
Mahkeme Başkanı’nın ‘doğaya aykırı davrandığı’nı söylediği Ali, ’yandaş medya operasyonu’ sonunda “Beni ölüm tehdidiyle susturamazlar el bombaları Oktay Yıldırım’ın” diyen bir ‘Yiğit’e dönüştü.
Kamuoyunun zihnindeki konumlandırmaları çok akılcıydı. Hatta bir gazeteciden çok, bir stratejistin becerebileceği türdendi: Beni oğlumla tehdit ettiler ( Star), Çocuğunu öldürürüz (Sabah), Bombalar yüzünden tehdit ediyorlar (Yeni Şafak), Tehditle ifade ezberlettiler (Vakit)... Tam memleketim insanının bağrına basacağı gibi bir figür: ‘polise yardım etti diye hayatı kararan, oğlunun canından başka şey düşünmeyen ezik baba, fakir ama onurlu manav çırağı....’
Ben böyle psikolojik operasyonun önünde saygıyla eğilirim(!) İyi ama, gazetecinin işi bu mudur? Psikolojik savaş eri midir gazeteci? Yazarlar etki düzeylerine göre rütbelendirilir mi?
İddianamenin temelini oluşturan ifadeleri veren adamın aklen malul olmadığını ispatlamak gazetecinin işi midir?
Gazeteci haberde 5n 1k kuralını uygulamakla yükümlüdür. Okuyucusuna, haberin ne olduğu, nerede, ne zaman, neden, nasıl olduğu ve kimlerin konu olduğu konusunda bilgi verir. Hüküm vermez. Yargılamaz. Savunmaz. Suçlamaz. İnfaz etmez... Cübbeleri yoktur gazetecinin; kalemi vardır. Ve kalemini kırmak için değil, yazmak için kullanır.
Bu arada hak yemeyelim: Soruşturma aşamasında birçok gizli belgeyi yayımlayan Taraf bile, Yiğit’in çelişki dolu ifadelerini savunamadı ve mahçup bir tavırla iç sayfadan küçük bir mahkeme haberi vermekle yetindi.
++++++
MİNİ YORUM
Cebinden kaç Erdoğan çıkar
Başbakanımızın, adı sanı duyulmamış kabile temsilcileriyle bile görüşürken, parti parti gezerken, her gün kızlarına alacağı köpeğin cinsi üzerine uzun demeçler verirken, protokolleri gereği kendisine zaman ayıramayan seçilmiş ABD Başkanı’na, ‘abi’lik yapmaya kalkıştığı an bittiğim andır. “Nasılsa birgün senin de yolun Irak’a, Afganistan’a, İran’a, Karadeniz’e düşecek, o gün ‘fakir ama gururlu bir ülke vardı diyeceksin’ özgüveni ile çaylak başkana tecrübelerini aktarması karşısında söyleyecek söz bulamıyorum! Bence ilk görüşmelerinde çaktırmadan elini Obama’nın cebine atsın Başbakan, bakalım o cepten kaç Erdoğan çıkacak!
* Selcan TAŞÇI