'Bu senin gözyaşlarının davasıdır; ihanet etmektense ölmeyi yeğlerim'
Duvarlar pembe... Pencerelerde kırmızıya da çalan parlak bordo perde... Yine de yetmiyor spor salonundan bozma mahkeme salonuna girdiğinizde hücrelerinize işleyen o boğazlanıyormuş hissini gidermeye...
Nevin Alan anlattı, eşi, tutuklu MHP Milletvekili (Eski Özel Kuvvetler Komutanı, Emekli Korgeneral ) Engin Alan “Bitse de gitsek” diyormuş salona her girdiğinde.
364 TSK mensubunun yargılandığı Balyoz Davası’nın görüldüğü salon, böyle bir yer işte;
Demir parmaklıklarla kuşatılmış olmayı dahi tercih ettirebiliyor bir askere!
Demir erir de... Salona hakim, genizleri yakan o “nefret” barikatını “hukuk”la eritmenin mümkün olmadığını düşünüyorlar belki de...
***
Mahkeme heyetininin iki yanında iki alçı sütün var; “dekor”dan ibaret!
Ne hazin ki, konuşma imkanı bulabildiğim bir çok sanık / sanık yakını da kendilerini aynı öyle hissediyor; “dekor”dan ibaret!
Ve sevgili “dekoratör” varsan eğer bence hemen istifa et!
Hükümet devirmeyi planlayan “balyoz” adlı bir darbe planı var mıydı yok muydu bilmem ama, “balyoz” etkisindeki bir mektup önceki gün yerle bir etti o “sarsılmaz”, “yıkılmaz” sanılan tasarımını Silivri’de!
“Tutuklandım, tahliye oldum, linç edildim, yine tutuklandım, kaçak muamelesine uğradım, delillerimin değerlendirilmedi, tanıklarım dinlenmedi, savunmam engellendi ve ben hep sustum” diyen Jandarma Kurmay Albay Mustafa Önsel’in “suçsuzluğumdan aldığım güçle artık susmayacağım” demesiyle başladı her şey.
Konuşmak üzere kürsüye geldiğinde küçük bir kız çocuğunun resmi belirdi salonun iki yanındaki dev ekranlarda. Mavi gözleri yaşlı... Resmin hemen yanında şöyle yazılı:
Acının fotoğrafı
Tanıdım bu başlığı. Ekrana biraz daha dikkatli bakınca resmin üzerinde Önsel’in el yazısıyla düştüğü notu gördüm: Yeniçağ, 22 Ekim 2011
Önsel, “Konuşmam bitene kadar bütün salon bu kızın gözlerinin içine baksın” dedi ve mahkeme heyetine değil de “şehidimin emaneti” dediği o kıza hitap etmeyi tercih etti:
“Küçük kız, yetim kız, şehidimin bize emaneti mahzun kız;
Babanı şehit edenlerle aynı kefeye koyuldum. Bir yanlışlık var herhalde dedim, sustum, yutkundum...
(...)
Fenerbahçeliler başkanlarına sahip çıktı. Gazeteciler arkadaşlarına sahip çıktı. Bir kısım insan Silopi’de PKK’lılara sahip çıktı. Başbakan MİT Başkanı’na sahip çıktı. Saydıklarımın hiçbiri silahın, bayrağın ve arkadaşının omzuna elini koyarak yemin etmemişti. Bu şekilde yemin eden tek kurum vardı; TSK. Hiçbir suçumuz olmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, onların da bize ne kadar sahip çıktığını gördük.
(...)
Atsız’ın şu şiirini içimden tekrarlamadan edemiyorum:
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden / Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize / Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden / İtler bile gülecek kimsesizliğimize
Duruşma savcısının; çoğunluğunu arkadaşlarımızın, anne, eş ve çocuklarımızın oluşturduğu izleyici sıralarına, her duruşmada sürekli ve tehditkar bir şekilde bakmasına sinirlendim. Ama sustum yutkundum...
Aynı savcının bizi aşağılayan gülüşü karşısında içimden Nihat Atsız’ın “Topal Asker” isimli şiiri geçti. Ama sustum yutkundum.
Yakınlarımızın ikaz adı altında azarlanmalarına, dışarı atılmalarına tanık oldu bu salon. Ama sustum yutkundum.
Bize “Konuşun konuşun bu size dönecek, ukalalar, kıçınızı dönüp oturuyorsunuz” gibi sözlerle hakaret edildi. İçimdeki isyana rağmen sustum yutkundum.
Düşmanca bakan gözler gördüm bu salonda, “bana düşmanca bakan göz düşmanın kılıcını çalandır” dedim içimden. Ama sustum, yutkundum.
(...) “Cezaevinde bile rahat vermeyin bunlara” başlıkları atıldı... Dişlerimi sıkarak susmaya ve yutkunmaya devam ettim.
(...)
Bu, devletimizin hala Türk devleti olduğuna, yargılandığımız mahkemenin bütün olumsuzluklara rağmen Türk Milleti adına karar vereceğine olan inancımdandı.
Şehit babanın bize emaneti küçük kız,
Bil ki, bu inancımız tamamen yıkılmıştır. (...) Ama sen asla yılgınlığa kapılma! Bu topraklarda nice fetret devirleri yaşandı. Mutlaka bir Çelebi Mehmet çıkar, mutlaka bir Mustafa Kemal bulunur. Ya bir dağa çıkar, ya bir limana.
(...) Hakkımızda verilen kararları zulmün tesisi olarak görüyor, zulme direnmeyi ve isyan etmeyi onurlu olmanın, gerçek insan olmanın bir gereği olarak görüyorum.
Sanıyorum sen de bizden bunu bekliyordun acının kızı.
Rahat günde, omuzlarında taşıdıkları yıldızların gücü ile afra tafra yapanlardan, cicili bicili elbiselerle kuru hamaset yapıp, zor günde oryantallik edenlerden olmamızı istemezdin değil mi? (...) Bu nedenle savunma yapmayacağım. Hukuken kabulü mümkün olmayan pek çok kararı nedeniyle bu heyeti reddediyorum. Kendimi senin de mensup olduğun Türk milletinin tertemiz vicdanına teslim ediyorum. (...) Bizim davamız senin gözyaşlarının davasıdır. (...) Kendimi savaşta yenilmiş bir ordunun yaralı ama onurlu bir askeri olarak görüyorum. Belki bedenimden kanlar akıyor susuzluktan dudaklarım çatlamış. Ve birileri aman dilememi bekliyor. Ama inan ki bu çatlamış dudaklardan “Aman” kelimesi asla çıkmayacak çocuğum. “Aman” dediğim gün ruhum ölmüş demektir. Bu senin gözyaşlarına ihanet etmektir. O gözyaşlarına ihanet etmektense, ben bedenimin ölmesini yeğlerim.
Bir gün hesap sorma adına; çektiğim her sıkıntının, yattığım her dakikanın hesabını tutuyorum. Ömrüm vefa etmezse, bunu çocuklarıma akrabalarına dostlarıma ve siz gelecek nesillere bırakıyorum...”
İzleyici sıralarına baktım; dev ekrandaki şehit kızı gibi duru yüzlü bir başka çocuğa takıldım;
Sarı saçlarıyla yaşlı gözlerini saklamaya çalışıyordu...
Efendim? Yüreğiniz mi parçalandı?
Öyleyse yarın yazalım devamını.
+++
Çocuklarına rahat
sarılabiliyorlarsa
ne mutlu onlara...
Ümraniye Davası sanığı Yarbay Mustafa Dönmez, bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybeden üniversite öğrencisi oğlu Alp Kaan’ın cenaze namazına yetişemedi çünkü... “Çünkü”sünü avukatı Serkan Günel anlatıyor:
“08.30’da verdiğimiz izin dilekçesinin kabul cevabı 10.30’da verilebildi. Sanki Silivri’de hiç araç yokmuş gibi Maslak’taki JandarmaKomutanlığı’ndan araç beklendi. Yetişmesi için en geç saat 14’te Yenikapı’dan feribota bindirilmesi gerekiyordu. Saat 11.00’de Jandarma, Bandırma’ya gidecek araç için masrafın 2500 TL olduğunu bildirdi. Parayı yatırdıktan sonra, Dönmez’i götürecek aracın hâlâ yola çıkmadığını öğrendik... Dönmez’i saat 13.30 gibi Silivri’den alan cezaevi aracının, Yenikapı feribotuna güvenlik nedeniyle alınmadığını haber aldık. Oğlu Alp Kaan’ın cenaze namazına yetişemediği için bekletilen tabutu, babası son kez sarıldıktan sonra toprağa verildi.”
Günel “Bu tablonun mimarları, akşamları gönül rahatlığıyla çocuklarına iyi geceler dileyebiliyorsa, ne mutlu onlara!” diye bitirmiş satırlarını.
Dün, Star gazetesinde Dönmez’in mezarlıkta çekilen fotoğrafının altına yazılmış “Oğlu Alp Kağan’ı toprağa verdikten sonra Bandırma Orduevi’nde yemek yedi, arkadaşlarıyla sohbet etti...” satırlarını okuyunca, Günel’in yazdıklarına birkaç cümle de ben eklemek istedim: Nasıl bir vicdandır ki, “Allah kimseye göstermesin” dediğimiz “evlat acısı”nı yaşayan, oğlunun cenaze namazını kılamayan, arkasından “Helal olsun” diye seslenemeyen bütün bu “hak” lardan mahrum bırakılan ve mezar başında bayılan bir babayı, algıda “daha ilk günden hayatını hiçbir şey olmamış gibi sürdüren ruhsuz” bir figüre dönüştürecek biçimde tasvir edebilir?
+++
Tıpkı eski günlerde olduğu gibi
Koray Aydın’ın MHP Genel Başkanlığı’na aday olduğunu açıklayacağı toplantıya katılmak için Ankara’ya girdiğimde karşılaştığım manzara, toplantının “sıradan” olmayacağı hakkında ipuçları veriyordu.
Koray Aydın için Türkiye’nin değişik bölgelerinden Ankara’ya akın eden Ülkücülere ait otobüs, minibüs ve otomobiller Ankara trafiğinde olağanüstü bir yoğunluğa sebep olmuş, Anadolu gösteri merkezinin bulunduğu caddenin iki tarafını tamamen kaplamıştı.
Bu olağanüstü trafik ve kalabalık, toplantı için görevlendirilen polislerin de kafasını karıştırmış olacak ki, arabamı yavaşlatıp park edecek yer ararken bana yardımcı olmak isteyen polis “kurultay için mi geldiniz?” sorusunu yöneltti.
Toplantı salonunun önündeki kalabalık, insanlardaki coşku “kurultay” havasındaydı. Adaylık açıklaması için toplanan Ülkücüler ortamın bir “toy” a dönüşmesi için her şeyi yapmışlardı.
Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen Ülkücüler davul - zurna eşliğinde “toy” vaziyeti almış; halaya, zeybeğe, bara, horona katılıyorlardı.
Katılımcılarla yaptığım sohbet durumu çok iyi özetliyordu:
“Manzara tıpkı eski günlerde yaptığımız kurultaylar, şölenler gibi. Yıllardır göremediğimiz tanıdıklarla karşılaştık, yıllardır atamadığımız sloganları attık, türküleri dinledik, marşları söyledik...”
Herkes gibi ben de Ankara’ya akın eden yaklaşık on bin kişilik kalabalığa güzel saatler geçiren folklor ekiplerini Koray Aydın’ın organizasyonu zannediyordum. Folklor ekiplerine sorduğum zaman durumun böyle olmadığını, farklı şehirlerden gelen Ülkücülerin Ankara’ya gelirken zeybeğini, halayını, barını ve horonunu da beraber getirdiklerini öğrendim.
Koray Aydın’ın “değişim ve iktidar” sloganının “muhatap” bulup bulmayacağına dair sorular, daha Koray Aydın konuşmaya başlamadan cevabını buldu.
Salon dışında yıllardır “kuşşe-i uzlet” lerine çekilmek zorunda bırakılmış Ülkücülerin kucaklaşması, “sıradan” bir adaylık açıklama toplantısını Ülkü şölenine dönüştüren Ülkücülerin gösterdiği gayret, Koray Aydın’ın dillendirdiği “önce gönül seferberliği” mesajının alındığını gösterdi.
Peki, Koray Aydın’ın çağrısı üzerine binlerce kişinin Ankara’ya akmasına, bu hareketin sembol isimlerinden Ozan Arif’i “elinde asa olayım” tevazusuna iten saik nedir?
O salonu dolduran binlerin Koray Aydın’ın “has yüzüne heves” olduğundan mıdır?
Ozan Arif’in konuşmasını gözyaşlarıyla dinleyen, Koray Aydın’ın özellikle harekete dair tespitlerinde ayağa kalkan binlere ne olmuştur da bu toplantıya sanki “kurultay” a gelir gibi gelmiştir?
Bu sorunun cevabı açıktır:
Koray Aydın’ın konuşmasının salondaki binlere “tıpkı eski günlerdeki gibi” hissiyatını doğurmasındadır.
“Yıkılsın düzen, yaşasın devlet!” ruhunun salona hakim olmasındandır...
“MHP Devletin değil Milletin partisidir” hatırlatmasıdır,
Başbuğ’un 1977 seçim bildirisine ruh veren, “Milliyetçi - Mukaddesatçı açılım” a geri dönüleceği müjdesidir,
“MHP köklerine dönecek” ihtarıdır,
Başbuğun emaneti “gönüller” için seferber olunacağına ve bu “gönüller” ile ayrım gözetilmeksizin “birleşileceğine” dair verilen sözdür,
Türk-İslam Ülküsü’nün “söylem” olmaktan çıkartılıp MHP’ye baştacı edileceğine dair ortaya konan iradedir.
Ve tabii ki bu “kök” değerlerine kavuşan MHP’nin daha demokratik, kurumsal, tek kişinin değil Ülkücülerin birlikte yönettiği bir parti olacağına dair ortaya konan projedir.
Koray Aydın, partiyi Ülkücülere nasıl açacağını, idarecilerin koltuklara yapışmaması için alacağı tedbirleri, ömür boyu milletvekilliğinin önünü nasıl keseceğini, partiyi kadınlara ve gençlere nasıl açacağını, Ülkücülerin partilerine üye olmak için “referans” bulmak zorunda kalmamaları için neler yapacağını da anlattı.
Halkla kucaklaşmadan, “düzen” in değil “milletin” partisi olmadan iktidar olunamayacağını izah etti.
Memleketi uçuruma götüren zihniyete ve onun sahibi “sahte kabadayı” Recep Tayyip’e “geliyorum” dedi.
Ülkücü kadroları “tarihin en büyük” kıyımına tabi tutan AKP iktidarını “Ülkücülerin kolay lokma olmadığını göreceksiniz” sözleri ile uyardı.
Bütün bunları tek başına yapmayacağını söyleyerek salondaki herkesi ihtar etti: 5 Kasım’dan sonra yatmak yok, sabah namazından sonra çalışmaya başlayacağız!
Bu ihtar salondan coşku ve “gözyaşı” ile karşılık buldu.
Fakirin kanaati şudur ki;
Koray Aydın meseleye vukufiyeti, çözüm önerileri, kararlılığı, hitabeti, Ülkücü kalabalıklarla iletişim kurabilme kabiliyeti ve coşkusuyla bu partiyi yönetebileceğini gösteriyor.
Osman Gazi’nin dediği gibi “ben böyle der ve ederim” gayrısı delegeye kalmış...
Memet Akbaş / gundem724.com
+++
Taklit edilmek güzel
Sözcü “İşte Tayyip’in istediği gazetecilik” diyerek “günlük güneşlik” bir Türkiye sayfası hazırlamış arka kapağında: Enflasyon düşmüş... İşsizliği yenmişiz... Trafik sorunu bitmiş...
Güzel ve çakma! Çünkü Yeniçağ’ın arşivinde duruyor bu “konsept”in orjinali. 23 Ocak 2009 tarihli birinci sayfamızı hatırlıyorsunuz değil mi;
“İyi ki varsın Amerika” manşeti, hemen yanında “Maserati satışı patladı” haberi, altında “Ekmek ucuzladı”...
En tepedeki minicik “Ne yani böyle mi olsun istiyorsunuz” uyarısını görmeyen okuyucuda “Yeniçağ bunu nasıl yapar” şoku yaratmıştı!
Patenti bizde ama olsun, “telif” isteyecek halimiz yok. Maksat toplumun uykusu son bulsun...
+++
Erbillileşene laf yok mu
Milliyet’ten Yeni Asya’ya kadar gazetelerin “şehit haberleri”ni görme biçimini aktaran Hasan Cemal, “Yüreklere 10 ateş daha düştü”, “Artık yeter”, “İçimiz yanıyor” türü başlıklar için “klişe” derken, Erdoğan’ın “terör haberlerini büyütmeyin” uyarısını dinleyen gazeteleri de “Ankaralılaşmakla” suçlamış(!)
“Aynı tornadan” çıkmayan bir manşet arayan Cemal keşke Yeniçağ’ın o günkü ilk baskısını görmüş olsaydı:
“Barzani’nin köpekleri saldırdı”
Gerçi görse ne olacak ki!
“Erbillileşen” kalemiyle yazabilir miydi!
ABD isterse örgütün özellikle Kuzey Irak’ta hayat alanını daraltabilir. Kandil’i örgütün üssü olmaktan çıkarabilir.
Mustafa Ünal / Zaman