Bu iddialar ipe de götürür(!)
Anlı şanlı gazete, anlı şanlı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, pek iddialı “Kimse manipülasyon yapmasın, hiç kimse gazetecilik faaliyetinden dolayı ifade özgürlüğü çerçevesinde gözaltına alınmadı, ortada çok ciddi iddalar var” sözlerini birinci sayfadan duyurunca kamuoyuna; “bir bildiği var demek ki” diye düşündük;
Çoğunuz gibi...
Ama çoğunuzun yapmadığı gibi, farklı olarak, bir de kalktık “ne biliyor acaba”nın arkasını aradık.
“Çavuşoğlu’nun bildiğini gözaltındaki gazetecileri sorgulayanların, tutuklanmalarını talep edenlerin de bildiği, bilmesi gerektiği, hatta sorgulamalarını bu “çok ciddi iddialar” üzerine inşa ettikleri, etmeleri gerektiği” tezinden yola çıkıp baktık hangi “ciddi iddialar” sorulmuş mesela tutuklanan Nedim Şener’e.
Dün gazetelerde çarşaf çarşaf
yayımlanan haberlere göre “16 Şubat 2009’da Barış Terkoğlu ile yaptığı” telefon görüşmesinde “Soner abiye de selam söyleyin ne zaman isterseniz” sözünden “OdaTv ve Soner Yalçın’la samimi bir irtibatı olduğu”nu anlayıp, sormuşlar tecrübeli gazeteciye:
“Görüşmenin içeriğini açıklayınız?”
“Neden selam yolladınız?”
“Amacınız neydi?”
Kıssadan hisse; selam verip “hukuk devleti” ne borçlu çıkman an meselesidir ey gazeteci; polis kapına dayanmadan, eş-dostla derhal selamı sabahı kesmeli!
Yine gazetelere yansıyan haberlere göre, bir de şöyle vahim bir iddianın yanıtı aranmış:
“Kitabın(Haliç’te Yaşayan Simonlar) içerisinde sizin fikirlerinize aykırı görüşler olduğu halde kitabın şiddetli savunucularından olmanızı nasıl açıklayacaksınız?”
Buyur burdan yak bakalım şimdi...
Kıssadan hisse: Ey gazeteci, diyelim ki muhalifsin iktidara.
Ama diyelim ki “bu bölünmüş yollar da fena olmadı” deyiverdin bir şehirlerarası yolculuk sırasında...
Hemen geri al sözünü. Aksi halde “muhalefet ettiğin odağı övmek”ten gözaltına alınman işten değil...
Hani bazen Erdoğan’ın içine başka biri girmiş gibi oluyor da, Karabağ konusunda posta filan koyuyor ya Ermenistan’a; sıkıysa alkışlasın artık bir CHP’li veya MHP’li;
“Ciddi iddia”yla suçlanma sebebi!
Bana sorarsanız “Çavuşoğlu’nun söylediği kadar varmış” dedirten en “ciddi iddia” şu Şener hakkındaki:
“Evinizdeki tüm dijital verileri yok etmişsiniz...”
Sorulmalı tabii:
“Sebebiniz nedir? Sabit telefonla konuşmayı neden tercih ediyordunuz? Görüşmede gizliliğe dikkat etmenizin sebebi nedir?”
“Dinlenmeye, izlenmeye; velhasıl teknik takibe en elverişli iletişim araçlarını kullanmamak” kuvvetli şüphe bundan böyle; bu da böyle biline!
Farkındasınız değil mi “hamster”lar gibi dön-dolaş yine aynı noktadayız:
“Sözün bittiği yer” diyorlar buraya.
Evinde hala dijital gereç bulunduran varsa; çalsın oradan bir “Fesupanallah!”
+++
Çıkarın arşivden yalan haber çetelelerini...
Ayşenur Arslan CNN Türk’te yayınlanan “Medya Mahallesi”nde “Yaptıkları haberlerin yüzde doksanı yalan çıkan Taraf gazetesi...” deyince köpürmüş Ahmet Altan...
Bugüne kadar kendisine sorulmasına alıştığımız sorulardan medet umar hale gelmiş:
“Bir gazeteci, yalan olduğunu, kanıtlayamayacağını, rezil olacağını bile bile niye yalan söyler?
Bu kadar kasıtlı, bu kadar rahat yalan söyleyen, bu kadar rahat karalayan birine hangi amaçla program yaptırılır?
Bu yapılanın gazetecilikle, televizyonculukla, dürüstlükle ne alakası var?”
Altan, Taraf çıkalı beri köşe kapmaca oynadığı bu soruları herhangi bir gazeteciye sorma hakkına sahip mi tartışılır... Ama gün bu enerjimizi bu tartışmada tüketme günü değil. Çok işimiz var; Taraf’ı kapatıyoruz; gömülün arşivlere ahali!
Diyor ki Altan:
“Ayşenur Arslan’a medya programı yaptıran CNN kanalından ve Arslan’dan rica ediyorum.
Taraf gazetesinin haberlerinin “yalan çıkan” yüzde “doksanını” ekranda sıralasınlar. Biz de bu gazeteyi kapatalım.”
Davranın hadi, çıkarın tuttuğunuz yalan haber çetelelerini; doğru Medya Mahallesi’ne!..
+++
Derdi “Kürdistancı”larmış...
Hasan Cemal’in Erdoğan’a yazdığı açık mektubun, “Türkiye’de basın özgürlüğü darbe yiyorsa... Bu durumda fatura size çıkar. Başkasına değil” diye başladığını görünce; Silivri’de yatan, yatmasına çalışılan meslektaşlarına sahip çıktığını sanıp “kafasına saksı filan mı düştü” diyecek oldum ki; dedirtmedi, yanıltmadı, iki paragrafa kalmadı; sebebi postasını açıkladı. Ne Özkan, ne Balbay, ne Yalçın, ne Yıldırım, ne Akkaya... Meğer tek derdi varmış Cemal’in; rüzgar hazır “basın ve ifade özgürlüğü”nden eserken “Kürdistancı”ları da doldurup aynı sepete; aklanmalarına, paklanmalarına, “mağdur” kılığında yırtmalarına zemin hazırlamak!
+++
Ya Sultanahmet’te tepinenler ne olacak
Bilinen adıyla “İnönü Stadı”nın, dolgu alan üzerindeki Dolmabahçe Sarayı’nı ebediyete intikal ettirmek için(!) “kasten” inşa edildiğini savunan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Binlerce insan tepinirse, stat denize kayar; tiz yıkıla!” buyurmuş.
Şüphem yok; belli ki hala oraya baktıkça padişahın “has ahırı”nı gören Günay’a karşı ÇARŞI gereken cevabı verecektir... Mesela “Mezar taşlarını Hasan, koyun mu sandın” misali bir isyanla “Günay sen bizi aygır mı sandın...” tezahüratının yankılanması olasıdır, tez zamanda Boğaz semasında!
Dışarıdan bakan “kültür varlıkları”nı yaşatmak için canını dişine takmış bir Kültür Bakanı’na sahip sanır Cumhuriyet Türkiyesi!
Atatürk’ün son günleriyle özdeşleşen Dolmabahçe’yi ayakta tutmak için kendi kendisini şövalye ilan eden Günay, daha bir kaç ay önce Kars’ta bulunan Timur Paşa Tabyası’nın üzerinde “tepine tepine” inşa edilen “ucube”nin yıkılmaması için nasıl çırpındığını unuttuğumuzu mu sanıyor dersiniz...
Hadi “balık hafızamız” bize unutturdu tarihi mirasımızın üstünde tepinilmesine nasıl müsaade ettiğini...
Ya daha dün Akşam gazetesine “Gözebatan hoşgörü” diye manşet olan habere ne diyeceğiz?
Sormazlar mı adama; uzmanların yükü taşıyamaz diye uyarmasına rağmen, “tarihi yarımada”nın ortasına, Yerebatan Sarnıcı’nın üzerine “Mavi Marmara Anıtı” kondurmak, sanatın, mimarinin, estetiğin üzerinde tepinmek değilse ne?
+++
Gidelim serv-i revanım yürü Silivri’ye
Kâh varıp, havuz kenarında
hıraman olalım
kâh gelip, kasr-ı cinan seyrine
hayran olalım
kâh şarkı okuyup
kâh gazel-han olalım
Gidelim serv-i revanım
yürü Sadabad’e
*
Nedim bu. Lale devrinin yalaka şairi.
*
Bizim Nedim, içerde.
*
Bizim Nedim de hak ediyor tabii içerde olmayı... Devlet-i şahaneden indiragandi yapıp, laylay lom, gününü gün etmek varken, sadrazamları yağlayıp, padişah efendimizi yalayacağına, abuk sabuk işler yapıyor, halkın gerçekleri öğrenme hakkına hizmet edeceğim diye tutturuyor.
*
E olacağı bu. Çünkü, demokrasi sanıyorsun ama... Sü’lale devri bu.
*
Ya biat edeceksin olacaksın emre amade.
Ya da...
Gidelim serv-i revanım yürü Silivri’ye.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
Pasif direniş
Kimi gazeteciler sokakta haykırarak protesto ediyor üzerlerine yönelen tehdidi; kimi de “susmayı” tercih ediyor; sessiz çığlıklar atıyor meslektaşlarının maruz kaldığı siyasi ve hukuki baskıya... Ümraniye soruşturmasının kendi yazarlarını da hedef alan ilk dalgalarını protesto amacıyla birinci sayfasını yazısız çıkaran Cumhuriyet gazetesinden sonra, önceki gün “meslektaşları tutukluyken köşelerinin tutuksuz olmasını kabul edemeyen Bir Gün yazarları” karartmıştı köşelerini... Dün de Milliyet benzer bir protestonun sahnesiydi. Nuray Mert; “Doğru bildiklerimizi özgürce yazamayacaksak; yazmanın anlamı yok” dedi ve boş bıraktı köşesini...
+++
Gazeteci susarsa onlar konuşur...
“Çok gizli bilgilerim var, acayip sağlam duyumlarım var hanım...” diye ortalığı velveleye verenler konuşur. Polisten aldıkları “gizli” bilgilerle meslektaşlarına kara çalanlar konuşur. Gazetecilik ile polisliği birbirine karıştıranlar konuşur. “Üst düzey bir polis yetkilisi” tarafından gazlananlar konuşur. Bileklerine kelepçe geçirilen meslektaşlarına bakıp, “Bunlar ufak tefek hukuki sorunlar” diye meseleyi geçiştirmeye çalışan vicdansızlar konuşur. Hükümet eleştirisi yapmak ile Ergenekon’a üye yazılmak arasında fark görmediklerini utanmadan, çekinmeden yazanlar konuşur. “Savcı Bey’im, iki gözüm, lütfen bize biraz müdafaa malzemesi...” diye yalvaranlar konuşur.
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
Zulümhane’den Zulümname’ye
Balbay ilk kitabının ödülünü “Şimdi gör bakalım zulümhaneyi” sözleriyle atıldığı tecrit hücresinde aldı. Bakalım bu ikinciden sonra nasıl bir ödül bekliyor kendisini? Medya üzerine yapılan baskılara karşı 4 Mart Cuma günü Kızılay’da ve Taksim’de dile getirilen protestoların bedeli kimlere ödetilecek? Daha kaç can yanacak? Daha kaç kişi binlerce sayfalık iddianamelerle, yıllarca süren davalarla çürütülmek üzere tutuklu olarak hapse atılacak ve orada unutulacak?
Emre Kongar / Cumhuriyet
+++
Hepimiz bir vicdan sınavından geçiyoruz
Davutoğlu ve Bağış gibi dünyayı bilen siyasetçilerin ’Ben bilmem, merkez bilir’ tutumu içine girmeleri insanın içini acıtıyor. Yorumdan kaçınsalar daha iyiydi, hiç değilse duymamış olurduk. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in, önceki gün Başbakan Yardımcısı Bü-lent Arınç’ın açtığı yolu tercih edip ’Yazdıkları yüzünden alınmışlarsa yanlıştır, basın özgürlüğü tam olmalıdır, ama...’ türünden tutumu da, aynı ölçüde olmasa da incitici. Bunu bir muhalefet siyasetçisi söylese, incitici olmazdı ama iktidar üyeleri söyleyince ikna ediciliğini yitiriyor. Hepimiz bir vicdan sınavından geçiyoruz bugünlerde; gazetecisi de siyasetçisi de.
Murat Yetkin / Radikal
+++
Tunç kanunu işledi; şimdi sıra bizde
Öcalan’ın “ev hapsi” tartışılmaya başlandı, Silivri’de üçer kişilik
koğuşlarda mahpus yatan yurtsever Ergenekon sanıkları, tek kişilik
hücrelere alındı!
Tıpkı daha dün, Hizbullah dışarı salıverildiğinde, önce 163 askerin, iki gün sonra da Soner Yalçın ve arkadaşlarının içeri alınması gibi...
Bugün gazetecilerin içeri alınması gibi...
Birinci dalgaya sessiz kaldığımızda ikinci, üçüncüye sessiz kaldığımızda dördüncü, on ikinciye sessiz kaldığımızda on üçüncü dalganın gelişi gibi...
Kafes’e gözümüzü yumduğumuzda, Balyoz’un gelişi gibi...
Muzaffer Tekin’i görmezden geldiğimizde Doğu Perinçek’in esir alınışı gibi, İlhan Selçuk’a sustuğumuzda Soner Yalçın’a operasyon düzenlenmesi gibi...
Tunç kanunu çünkü...
Sen cumhuriyet yıkıcılarına, cumhuriyeti emanet edersen, önce yıkar, sonra yerine kendi rejimini kurar!
İşte şimdi o rejimdeyiz: Adı Faşizm!
Ama korkuya gerek yok...
...
Şimdi sıra bizde...
Cumhuriyetçilerde, yurtseverlerde, sosyalistlerde, devrimcilerde, Kemalistlerde, milliyetçilerde, ulusalcılarda, halkçılarda, dindarlarda, laiklerde, solcularda, sağcılarda...
Şimdi sıra hepimizde, Türkiye’de...
Mehmet Ali Güller / odatv.com
+++
İki gündür hükümet yetkililerinin
son Ergenekon operasyonları hakkında söylediklerini düşünüyorum: “Bırakalım yargı kendi işini yapsın!” Bir “samimiyet testi makinesi” icat edilse...
Bütün siyasetçiler konuşmalarını bu
makinenin önünde yapsa... İnanmadıkları sözleri söylediklerinde makineden
“Zıııııııtttttttttt” diye ses çıksa...
İşimiz ne kadar kolaylaşırdı
değil mi?
Mustafa Mutlu / Vatan