Bu haber kargaları çatlatacak!

7 ayda bir bilirkişi raporu
yazamayan TÜBİTAK 20 yıl
sonrasının vizyonunu planlayacakmış


Çok sayıda meslektaşımızın da yargılandığı odaTV Davası’nın geçtiğimiz Ocak ayında (günü gününe bundan tam 7 ay önce) görülen duruşmasında, Mahkeme heyeti “deliller” hakkında TÜBİTAK’tan bilirkişi raporu istenmesine karar verdi. Aradan üç ay geçti. TÜBİTAK raporu gelmedi.
Mart ayında (günü gününe tam 4 ay önce) yapılan duruşmada Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci dosya hakkında bilgi verirken, dijital delillerin imajları, sanık avukatlarının konuyla ilgili verdiği dilekçeler ve mahkemenin hazırladığı sorularla birlikte TÜBİTAK’a bir de “raporun en hızlı şekilde hazırlanmasını istediklerini belirten bir yazı” gönderdiklerini söyledi. Aradan üç ay daha geçti. Bu süre zarfında savunma avukatları beklenen raporun dosyaya girebilmesi için dilekçe üstüne dilekçe verdi. Mahkemenin TÜBİTAK’ı telefonla dahi arayıp raporun yetiştirilmesini istediği bildirildi. TÜBİTAK raporu yine gelmedi!

***

Ve dün... TÜBİTAK’tan...
Yok yooook, gelen rapor değil. Kalbinize, tansiyonunuza, şekerinize, depresyonunuza hakim olun!
Dün TÜBİTAK’tan haber geldi:
Neresinde bir Türk bilimadamı varsa yeryüzü küresinin hepsiyle irtibata geçecek, 100’ünü Türkiye’deki üniversite rektörleri, akademisyenler ve “CEO”larla buluşturacak, “Ar-Ge, inovasyon ve teknoloji konusunda” önümüzdeki 20 yılın vizyonunu belirleyeceklermiş!
7 koca ayda, neredeyse 210 günde, 5040 saatte, 302400 dakikada, Yıldız Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve DataDevastation’ın birkaç günde “bilgisayar korsanlığının ürünü virüslü belge” hükmünü verdiği “dijital deliller” “in midir-cin midir” anlayamayan TÜBİTAK yapacakmış bunu!
Haydi camlara ahali; gülmekten çatlayan kargaları seyir vakti!

***

Pardon da, yazamadığı bilirkişi raporu yüzünden aylardır “tutukluluk” adı altında ceza çeken insanlar varken TÜBİTAK’ın gelecek tasarımına soyunmadan önce geçmiş 7 ayda ne yaptığını açıklaması gerekmez mi kamuoyuna!
Düşünmeden edemiyor insan: Yazının icad edilmediğini mi sanıyorlar acaba? “Yazacağız da, nereye, neyle yazalım”ın kafası mı bu?
Öyleyse biri TÜBİTAK’taki bilim insanlarını uyandırmalı:
Sümerlerden bu yana resmen “yazıyor” insanoğlu!
Öyle duvara çivilerle kazıyarak filan sanmayın ha; 593’de Çin’liler bayağı bildiğin “baskı”ya geçtiler! Johannes Gutenberg ilk çağdaş matbaayı kurduğunda 1450’ydi. Sağolsun David ve Samuel İbn Nahmias kardeşler 40 yıl sonra Osmanlı’ya da bir tane kurdu! Eh malum sonra İbrahim Müteferrika filan derken aldı yürüdü!
Okunaklı olması da mühim tabii. Mahkeme heyetinde şüphe yaratmasın diyorsanız; daktilo icad olalı neredeyse 200 yıl oldu! 1829’da Teroitli William Austin Burt sayesinde tipografa kavuştuk.
Dijital veri analizini daktiloyla yazmak bize yakışmaz diyorsanız; eyvallah! Dünya “II. Dünya Savaşı’nda Alman silahlı kuvvetlerinin gizli iletişimlerini çözümlemek” uğruna yürütülen çalışmalar sayesinde 1940’lardan bu yana aşina bilgisayar teknolojisine!
Koca TÜBİTAK’a teknoloji dersine verir gibi oldu biraz ama “Her türlü teknik donanımın var, eğitimin var, elemanın var ne duruyorsun rapor yazsana talepleri” karşılanamıyorsa makul bir “eksik” olmalı mutlaka!
Yoksa yazdılar da mahkemeye nasıl ulaştıracaklarını mı bulamıyorlar!
Tekerlek 5 bin yıl önce bulundu arkadaşlar! İlk tren seferi 6 Şubat 1804 tarihindeydi! İlk otobüs 1662’de hizmete girdi! Uçak dersen 1899’a Wright kardeşlerin yaptığı ilk planöre kadar yolu var! Ki kağnı olsa Ankara-Çağlayan yolunu aşardı bu kadar zamanda!
Aracı mı? 1840’ta kurulan “Posta Nezareti” nin Kurtuluş Savaşı’ndaki işlevini düşününce; alasını mı bulacaksınız!

***

İnsanların kaderi söz konusu...
Bırakın “Geleceğe Dönüş”ü (ki zaten o bile yapıldı, bkz. Steven Spielberg) önce bugünün teknolojisini adalet için faydaya dönüştürün!
Bu dava değil bilişim çağı, taş devrinde görülse, o rapor bunca zamanda yine yazılır, yine yerine ulaşırdı!

+++

Suriye’ye bakan
“göz”ümüz kör oldu

Bu benim şahsi kanaatim değil... Erdoğan’ın sağ kolu, AKP’nin Dış İlişkiler’den sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve dahi MİT’e, daha doğrusu Müsteşarı Hakan Fidan’a çok yakın isimlerden Ömer Çelik’in itirafı!..
Silivri’deki son günlerimdi. Habertürk’te Enine Boyuna adlı programda izledim Ömer Çelik’i. Konu MİT yöneticileri hakkındaki soruşturma ile başlayan krize geldi. MİT Müsteşarı’nın önem ve fonksiyonunu şöyle açıkladı: “Sizin İstihbarat Başkanı’nız devletin bütün gözü kulağı olmuş Suriye konusunda. Suriye’ye tümüyle onun getirdiği bilgilerle bakıyorsunuz. Suriye konusunda devletinizin bütün imkan ve kaabiliyetlerine hassasiyet göstermek durumundasınız. Oradaki her şeyi sokak sokak bilmek durumundasınız. Bu kadar büyük bir sınırın var, büyük güvenlik tehdidi oluşturabilecek bir şey. MİT’i tam da o günlerde kendi iç sorunlarıyla uğraşan bir mekanizma haline getirdiğiniz andan itibaren devletin Suriye’ye bakan bütün gözünü kapatıyorsunuz; bütün perdelerini kapatıyorsunuz...”
Ört ki, ölem!.. Koca Suriye işi bir ben-i ademe bağlanmışsa... Savcı tutuklamasa bile, Allah geçinden versin, hayatını kaybetse... Suriye’de “sokak sokak” ne arıyor, ne yapıyorsak... Suriye’yi “sokak sokak bilen” bir zat veya kurum, jetimizin başına geleceği/geleni bilmiyorsa...
Suriye’ye bakan bütün gözümüz “kör” olmuş demektir...Ucuz yırttık ve daha başımıza gelecek çok iş var demektir!..
6 ay önce MİT’in 85. kuruluş yıldönümü münasebetiyle Müsteşar Hakan Fidan’ın medya temsilcilerine verdiği brifingi düşünüyorum da... MİT çok geçmeden, 2-3 yıl içinde bölgesel güçten küresel güce dönüşüp “dünya yıldızı” olacaktı!..
Bilanço; Uludere... Jetimizin düşürülmesi... Ve bilmediğimiz nice işler.
Milli İstihbarat’ımızın “Türk yıldızı” olmasına razıyım!..
Müyesser Yıldız

Tutuklu milletvekilleri konusunda AK Parti’de radikal bir politika değişikliği yok. Durduğu yer aynı. Çiçek ve Bozdağ’ın sözleri Silivri’yi fazla heyecanlandırmasın...
Mustafa Ünal Zaman

+++

ABD’nin yeni mesai konusu:
“Erdoğan sonrası”nın dizaynı

Malumunuz, son yerel seçimlerde iki ilden sürpriz sonuç çıkmıştı.
AKP; “kesin kazanırız gözüyle baktığı” Balıkesir ve Manisa’yı MHP’ye kaptırmıştı. Öyle ki; Başbakan Erdoğan bizzat bu iki ilin ismini vererek şaşkınlığını açıkça izhar etmişti.
Bir dostum söyledi. Bu sürpriz sonucu sadece AKP değil, ABD de merak etmiş. Amerika’nın İstanbul Başkansolosu Sharon Weiner, seçimlerden hemen sonra soluğu Balıkesir’de almış. Hem de bir ayda iki defa... Şehrin esnafından, eşrafına, amirinden, memuruna tek tek dolaşmış.
Belediye başkanıyla, valiyle, işadamlarıyla bir araya gelmiş. Neden mi?
Sırf “AKP Neden Kaybetti? MHP neden kazandı?” sorusunun cevabını bulmak için...
İkinci örnek;
Geçen gün siyaset bilimci bir Doçent’le beraberdim. Bu aralar Amerika’dan yoğun bir ziyaretçi trafiği olduğunu söyledi. Heyetlerin biri gidip bir geliyormuş. Hayırdır diye sordum?
“Anladığım kadarıyla Erdoğan sonrasına ilişkin bir projeksiyon çıkarmaya çalışıyorlar” diye cevap verdi.
Çünkü özellikle; “Erdoğan’dan sonra yerine kim geçer?” sorusu üzerinde duruyorlarmış. Kim geçer bilmem.
Zaten benim takıldığım asıl konu da o değil. Adamların çalışma disiplini!
Gidiyorlar, görüşüyorlar, araştırıyorlar, soruşturuyorlar, analiz ediyorlar.
Yani; “Biz Küresel Gücüz”, “Nasıl olsa istediğimizi yaparız” diye yan gelip yatmıyorlar!
Mustafa Yılmaz / Milli Gazete

+++

Büyük cami şart; yoksa nereye saklanacaksınız
Önce yamaçlara en büyük “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazmakta yarıştılar... En büyüğünü üç köyün merasına yazan komutana ödül verildi... Cümlenin sonu öteki dağın arkasına dolandığı için, okumak isteyen binecek dolanacak mecburi...
Sonunda... “Nedir bu her yere ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazıları?” diyeni Cumhurbaşkanı seçtiler ki... Kazıdılar...

***

En büyük Atatürk heykeli yarışı yanında...
İnsanların ikiyüzlülüğünü anlamıştı sanki, bir beyaz bulut çizdi aslında en büyüğünü...
Bir 19 Mayıs günüydü...
Bulutlardan Atatürk portresinin altında Cumhuriyet gençleri ellerinde Türk bayrağı ile selam durdular...
Bakan doyamadı...
Ardahan’ın dağları ise, güneş ile el ele verip, en büyük Atatürk portresini yaptı Damal Yaylası’nda...
Her sene 15 Haziran ile 15 Temmuz arasında, saat 18 dedi mi...
Yamaçlara oturan Atatürk’ün çocukları bakıp bakıp ağladılar...
(.........)
En büyük heykelini yapanlar ise... Çoktan satmışlardı Atatürk’ü...

***

Arkasından... En büyük bayrak yarışı... Anlamıştık; bayrak da gidiyor... Birisi 8 kilometre uzunluğunda bayrak yaptı, öbürü enini geniş tuttu... Başkası kumaş yetmedi “Ucunu turuncu yapsak olur mu” diye sordu, kızdılar...
Diğeri “en uzun bayrak direğini” yaptırmıştı bu ara, ucuna kırmızı lamba koydular ki uçak çarpmasın...
Bayraklar büyüdükçe, uğruna çırpınanı azaldı... Zaten sonunda haber geldi İzmir’den:
Bayrak asanları tutukladılar...

***

Şimdi... Sıra en büyük camide... Yarış başladı... Nereden baksan gözüksün diyorlar... Bu çağın demiri, çimentosu, çelik, elektronik inşaat makineleri varken... Bakarsınız İstanbul bir caminin içinde kalmış...

***

Bence dincilerin ünlü sloganı “Din elden gidiyor” sözü, Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bu zamanda doğrudur... Gidiyor hafız...
Büyük cami yapma yarışı ile doğru orantılı gibi mesela; rant, avanta, yağma, talan, rüşvet, beleş, çıkar...
Sokaklarda hakkı yenilmiş gençler... Ağlaşan işçiler, emekliler, emekçiler...
Hukuku arayanlar hapishanelerde sorgusuz sualsiz, çocukları meydanlarda çığlık çığlığa...
Çalınmamış; dere, ova, yayla, dağ, orman kalmadı ya...
Hırsızları salıp, hırsızları soruşturmaya kalkanları atıyorlar içeri...

***

Büyük cami şart tabii...
Yoksa nereye saklanacaksınız?..
Bekir Coşkun Cumhuriyet

+++

Ahali toki bodrum’larında selden boğulurken, Bodrum’da lahmacuna 50 lira ödeniyorsa... ”Kahin“ lakaplı ekonomi profesörü Roubini olmana gerek yok, hazır deniz kenarındayken, filikaları hazırlayın demektir.
Yılmaz Özdil Hürriyet

+++

Esad’ı değiştirmeye giderken kendi koltuğundan olabilir!..
Kriz tellallığı yapmak istemem ama önümüzdeki sürece baktığımda muhtemel bir siyasal krizi tetikleyecek üç önemli alan görüyorum. Bunlardan ilki Kürt sorununun artık iyice yönetilemez olması olasılığı. AKP Kürt sorununda proaktif tutum geliştiremediği için krizi veya süreci yönetme inisiyatifi elinde değil. AKP’nin geleceği bir anlamda PKK ve Öcalan’ın elinde. Dahası AKP çevresine yerleşmiş bir takım liberal aydınlar AKP’yi hızla bu noktaya doğru sürüklüyor. Kriz durumunda bu pozisyon AKP’yi bir anda boşluğa düşürecek bir pozisyondur. AKP giderek bu noktadan gelecek bir krize karşı daha da kırılgan hale geliyor. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının sonunu getirecek alan açılıyor.
İkinci kriz alanı uluslararası siyasetten gelir. Özellikle Suriye-İran krizi giderek yönetilemez hale geliyor. Erdoğan Esad’ı değiştirmeye giderken kendi koltuğundan bile olabilir. Özellikle Suriye krizi böyle devam eder Esad birkaç yıl daha iktidarda kalırsa, PKK’yı destekleyip Türkiye’de istikrarsızlığa yatırım yapması kaçınılmaz. PKK’nın saldırılarına açık hale gelen Türkiye, Ortadoğu’da güvenilmez, kendi vatandaşını ve menfaatini bile koruyamayan, boş konuşan bir ülke konumuna düşer.
Üçüncü kriz alanı Cemaat-AKP krizi. Şunu net olarak ortaya koymak gerekiyor. AKP, cemaati kendisine karşı tehlike gördüğü için cemaate karşı operasyon yapmıştır. Bunun için Erdoğan emrindeki MİT’e talimat verip cemaati fişletmiştir. Cemaat de buna karşı savunma refleksi geliştirmiştir. Bu bağlamda ilk hamle olarak Erdoğan ve AKP’ye olan güven sıfırlanmıştır. Cemaat kendini korumak için hamleler yapmıştır. Artık AKP-cemaat ilişkisi bir güven zemininden güvensizlik zeminine kaymıştır. (...) Bu ilişkinin yeniden güven zeminine çekilmesi de artık neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde AKP siyasal bir krize karşı çok daha kırılgan hale gelmiştir.
İşte bütün bu kriz alanları önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde somutlaşıp kristalleşerek bir siyasal sonuca evrilecektir. Bu süreçte Erdoğan’a karşı çıkacak toplumun değişik kesimlerine hitap edecek bir aday, AKP tabanında var olan “Peki biz kime oy vereceğiz?” sorusunun cevabını netleştirecektir.
Emre Uslu / Taraf

Yazarın Diğer Yazıları