Biz hep aynı katilin maktülleriydik aslında...
Her “Madımak” denildiğinde “ama Başbağlar” diye taarruza geçildiği müddetçe geçmez bu “Temmuz sancısı”.
Yüz yıl da geçse üzerinden, Sivas’ın bir yana, Erzincan’ın başka bir yana düşmediğini; Madımak otelinde diri diri yanan 12 yaşındaki çocuğun yasıyla, Başbağlar Köyü’nde saklandığı evde diri diri yakılan kadının yasının birbirinin muadili olmadığını/olamayacağını anlamadıkça geçmez...
Madımak’ı saran ateş hepimizin yüreğini dağlamadıkça ve hepimizin yüreğini delip geçmedikçe Başbağlar’a yağan kurşunlar; olmaz!
Kaç bin kere öldüysek bu ülkede “aynı katilin” maktülüydük her seferinde;
Taksim’de, Çorum’da, Maraş’ta kimse, yine oydu katlimize ferman yazan Madımak ve Başbağlar’da.
O kâbus günlerinde çocuktum ben daha;
İnsanlarının katlini “izleyen” bir ülke kaldı hatırımda.
Zifiri karanlık yüzler, kudurmuş bir köpeğinkini andıran insan eti ve kanına iştahla akan salyalar, tarihin kim bilir hangi kuyruk acısına basa basa bilenmiş kin ve nefret, her devrin maşalarına dönüşmeye yarayan o “irade”yi devren satmışlık hali...
Ve insanların cayır cayır yanmakta olduğunu bildiğimiz halde neden hiçbir şey yapmadığımızı anlayamadığımı hatırlıyorum. Parmağımızın ucu yandığında hissettiğimiz sızının bütün bir bedene yayıldığında nasıl dayanılmaz olabileceğini hesaplamaya çalıştığımı; nasıl “tiksindirici” bir kavram haline geldiğini insanlığın... Ve durduramadığım kusma hissini.
Madımak’taki sanatçılar, yazarlar, çizerler, şairlere yaptıkları gibi olmadı; can çekişmelerini duyurmadan katlettiler Başbağlar’daki köylüleri; “sonradan” öğrendik oradaki dehşeti.
Ve aradan 20 yıl geçti; bu iki olayın çocuk bünyemde yarattığı mide bulantısı hâlâ geçmedi.
AKP’li bakan, milletvekili, belediye başkanı, il-ilçe başkanlarınca savunulan Madımak katilleriyle birlikte azmettiricilerinin de maskesi düşmedikçe geçmeyecek de...
Başbağlar’a kan ağlatanlar için tertip edilen ve analarımızı tekrar tekrar ağlatan “dil, bayrak, devlet bahşetme seremonisi” sona ermedikçe geçmeyecek...
Kâh partileri, kâh TBMM’yi, kâh uygulanan stratejileri velhasıl “siyaseti yeniden dizayn” etmek için oteller, köyler yakıldıkça, bombalar patlatıldıkça, millet etnikçilik/mezhepçilikle karpuz gibi dilim dilim ayrıldıkça tam göbeğinden paramparça;
Türkiye, Türkler tarafından yönetilen bir ülke olmadıkça yeniden; bu “konjonktürel kıyım”lara kurban edildiğimiz sürece biliyorum geçmeyecek...
Baki o tiksinti!
Ve 20 yıl öncesinin çocuksu hisleriyle yazdığım bu satırlara bile “ama” larla ayar vermeye kalkışan olursa, dünden kalan çok manidar bir “paylaşım”dan fazlasını sunamayacağım onlara:
“Alevi değilsin ki sana ne oluyor dedi!
İnsan değilsin ki sana nasıl anlatayım dedim!”
Mağdur Başmüfettişten TRT’ye karşı dava
TRT’de Başmüfettiş iken, -kendi ifadesiyle- “kurum yönetiminin adeta genel bir politika haline getirdiği çeşitli usulsüzlük ve hukuksuzlukları gündeme getirip soruşturulmasını istediği için yapılan tertiple görevden alınan” Şeniz Erol Çöl, başına gelenlere duyarsız kalmadığımız için teşekkür etmiş.
Duyarsız kalmayan CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek’ti aslında. Biz de Dibek’in peşine düşüp gündeme taşıdığı “skandal”ı aktardık okurlarımıza.
Bu vesileyle, Çöl’le karşılıklı e-postalaşmamızdan öğrendiğim kadarıyla durumundaki son gelişmeleri de aktarayım:
“İkisi disiplin cezası, biri de Başmüfettişlikten Araştırmacı kadrosuna atanması” işlemiyle ilgili olmak üzere üç karşı dava açmış Çöl, TRT yönetimine.
Atama davasıyla ilgili yürütmenin durdurulması talebinin lehine ya da aleyhine yakında neticelendirilmesini bekliyor.
“Hukuken kazanmam gerekir” diyor. “Ama”... “Ama” sını “ülkenin içinde bulunduğu durum” diye özetliyor. Hukuk ve adalet merkezli uzuuuun değerlendirmeleri de var aslında. “Ama” ... Kaş yapayım derken göz çıkarmayalım; gazetecilik sevdasına, uğradığını iddia ettiği haksızlığı duyuralım derken, misliyle artmasına neden olmayalım diye kendime saklıyorum.
Malum:
“Ülkenin içinde bulunduğu durum!”