Birlikte yaşamak veya savaşarak tükenmek
Türkiye’nin önünde iki seçenek vardır. Bunlardan birisi içinde yaşadığımız toplumu olduğu gibi kabul ederek, çoğulcu bir toplum yapısının meşruluğundan hareket etmek, toplumsal evrimi yapısal şiddete dayandırmadan demokratik doğal evrime bırakmaktır. Bu yaklaşım, toplumsal grupların birbirlerine tahakküm etmeden yan yana yaşaması gerektiği noktasından hareket eder.
Diğeri ise içinde yaşadığımız çoğulcu toplumu meşru olarak kabul etmemek ve toplumu kendi istediğimiz yöne doğru yapısal şiddet kullanarak, dönüştürmektir. Bu duruş ise bir grubun diğer gruplar üzerinde açık-kapalı tahakküm kurması gerektiği noktasından hareket eder.
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında yeni bir devletin ve yeni bir rejimin kuruluşunun getirdiği dayatma ile tahakkümcü ve dönüştürücü bir anlayış hakim olmuştur. Ancak sosyal süreçler üzerinde denetim, bütün tarih boyunca en etkili şiddet veya yapısal şiddet kullanan rejimler tarafından bile sonuna kadar etkili bir şekilde sürdürülemediği gibi Türkiye’de de sürdürülememiştir. Tabii bu sürdürülememede sosyal yaşamı ve dinamiklerini doğru okuyamama büyük etken olmuştur.
Bugün AKP iktidarı aynı hataya düşmektedir. Mevcut toplumsal yapıyı, çoğulcu dokusu ile meşru kabul etmemekte ve onu dönüştürmeyi, kendi dünya anlayışı çerçevesinde tekrar yapılandırmayı hedeflemektedir. 28 Şubat ne kadar tahakkümcü ise bugün, ileri demokrasi adına savunulan yaklaşım da o kadar tahakkümcü bir anlayıştır. Tahakkümcü anlayışlar aynı zamanda intikamcı veya cezalandırıcı bir zihniyeti temsil eder. Bugün de Türkiye böyle cezalandırıcı bir süreci yaşamaktadır.
Oysa hangi iktidar ne kadar oy alır ise alsın, eğitim sistemini isterse 4x4-3+5 yapsın, televizyonların % 100’ünü denetlesin, sosyal yardımları istediği gibi şekillendirsin Türkiye gibi bir toplumun çoğulcu yapısını ortadan kaldıramaz. SSCB’nin veya Humeyni İran’ının yapamadığını, AKP iktidarının yapabilmesi mümkün değildir. Ancak AKP’nin bir başka şansı vardır. Bu şans, Erdoğan’ın kendi balkon konuşmasını ciddiye almasına bağlıdır. Diğer bir ifade ile, AKP’nin % 50 oy aldıktan sonra “Ben bu toplumun çoğulcu yapısını kabul ediyorum ve onu ortadan kaldırmaya çalışmayacağım” noktasından hareket etmesi, tahakkümcü bir anlayışı temsil etmekten vazgeçmesi, gerçek demokratik kültürün yerleşmesi ve çoğulcu toplumsal yapının sadece muhalefet değil, iktidar tarafından meşru kabul edilmesidir.
Bugün devam eden süreç ise ne yazık ki, muhalefette “elime geçen ilk fırsatta bütün bunların intikamını alacağım” düşüncesini beslemektedir. AKP Hükümetinin şimdilik “Dersim’den başlayarak 28 Şubat’a kadar uzanan süreçte geçmiş ile hesaplaşma ve geçmişin intikamını alma” yaklaşımı, geleceğin intikam duygularını beslemektedir. Geçmiş ile kavga etmeden uzlaşmayı sağlayan toplumlar enerjilerini geleceği kurmak için kullanmaktadır. Ancak “bunu adalet için istiyoruz” diyenler, galiplerin adaletinin hiçbir zaman gerçek toplumsal adaleti sağlamayacağını anlamalıdırlar. Çünkü, adalet adına yargıladıkları kesimler haksızlık yaptıklarına inanmadıkları için, herkesin adaleti, diğerinin haksız cezalandırılması ve toplumsal nefretin geleceğe aktarımı olmaktadır.
Her gün kendi ülkesinin geçmişini, üstelik haksız şekilde yargılayan, mahkum eden ve aşağılayan bir yaklaşımın, toplumun üzerinde uzlaşacağı bir gelecek kurması mümkün değildir. Bugün susanlar, sesleri az çıkanlar yarın “ilk fırsatta bütün bunların hesabını sorarız” yaklaşımı ile beklemektedirler. İntikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu en iyi bugünün iktidar sosyolojisi bilir. Eğer bir toplum ve siyaset bu kadar derin ve özünde intikamcı çizgiler ile bölünmüş ise dış dünyanın böyle bir topluma müdahale etmesi, yönlendirmesi de kolay olmaktadır.
Oysa Türkiye’nin birbirinden nefret eden değil, birbiri ile rekabet eden bir siyaset anlayışına ihtiyacı vardır. Nefret ve intikam üzerine kurulu siyaset anlayışı, “iç düşmanlara” karşı “dış dostlar” ile ittifakı kolaylaştırmaktadır. Bu durum “dış dostları” Türkiye’de müttefik seçerken rahatlatmaktadır. Örneğin 28 Şubat’ın ve Ergenekon sürecinin “iç düşmanları” farklıdır ancak dış dostu sabit kalmıştır.
Bu ülkenin gerçek bir çıkış zeminini yakalaması “iç düşmanların” dış dostlardan daha yakın ve tercih edilir olduğunu anlamasına bağlıdır. Bu anlaşıldığında aslında “iç düşmanların” düşünüldüğü kadar düşman olmadığı ve dönüştürmeden birlikte yaşanabileceği de anlaşılacaktır. Eğer Türkiye iç potansiyelini birleştirerek aynı hedeflere aktarabilir ise ortaya çok önemli bir sonuç çıkacaktır. Yoksa boşuna bir kavga sürecek, bu kavgadan en çok dış dostlarımız yararlanacaktır.