Biri sizi kandırıyor!
Hrant Dink’in oğlu Arat’a seslenen gazeteci Rıza Zelyut; cinayetin siyasi planları uğruna
milliyetçileri lanetletmek isteyenler tarafından işlendiğini vurguladı ve uyardı: Katil görünen değil!
Sevgili Arat!
Biliyorum acın büyük; acın geçmez.
(...) Hrant’ın ölümü, sıradan bir ölüm değildi.
Onun ölümü; Türkiye’de siyasete ve topluma yön vermeye çalışanların planının eseriydi. Bunu öncelikle bilmeni isterim... Yine bilmeni isterim ki babanı öldürtenler; onu tehdit edenler değil. O tehditi kullananlar. Sanıyorum bu gerçeği sen de acılı annen de anlamak üzeresiniz... Olayın öncesinde Rahip Santoro cinayeti var. Sonrasında Zirve Kitabevi cinayeti...
Bu üç cinayetten sonra suçlananlar kimlerdi? Milliyetçiler! İşte sevgili baban Hrant, bunu söyletmek için öldürtüldü.
(...) Türkiye’nin içinden geçtiği süreci yeniden değerlendir. İçeride yürütülen politik kavganın yanlarına iyi bak. Ve eskiden beri, kitleleri yönlendirmek için cinayetlerin işlendiği bir geleneğin olduğunu hatırla... Uğur Mumcu 1994’te öldürüldüğünde insanlar nasıl yürümüşler; İran’ı nasıl lanetlemişlerdi; bir düşünün... Çünkü; o sıralarda İran ile Türkiye’nin arasının bozulması isteniyordu. İşte Hrant Dink de benzeri bir amaçla; milliyetçileri lanetletmek için kurban seçildi. Bu gerçeği dikkate almazsanız; babanızın katiline ulaşamazsınız.
Hayaletle kavga etmeyin
Babanızın ölümünden sonra yeni derin devletle bağlantılı olanlar; sizi hayaletle kavga etmeye yönlendirdi.
Evet, Türkiye’de devletin içine çöreklenmiş; gerektiğinde cinayetler işleyerek veya işleterek toplum mühendisliği yapmaya çalışan bir odak var. Bu odağın arkasında uluslararası güçler de bulunuyor. Lakin; bu odak; başa gelen hükümetler tarafından da kullanılıyor. Özal bunu kullandı. Tansu Çiller bunu kullandı; şimdi de kullanılıyor. İnanmıyor musun? O zaman Nedim Şener’in yazdığı o kitabı; Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’nı (Güncel Yayıncılık) yeniden oku.
Hrant’ın öldürüleceğini Trabzon Emniyeti biliyordu. Emniyetin bildiğini MİT bilmez mi sanıyorsun? Peki; sizin çevrenizdekiler neden polisi ve MİT’i suçlamıyor da askerden hesap sormaya kalkışıyor? Ne yani Trabzon Emniyeti ve MİT de mi Ergenekoncu ki bu cinayeti Silivri’deki bir gruba yıkmaya kalkışıyorlar?
Sevgili Arat; bu yaklaşım; sizin büyük acınızın en kötü istismar şeklidir. Bu yüzden de halkın büyük bölümü; sizin acınıza yabancı kalıyor. Çünkü; ’Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz!’ demekle katile ulaşılamıyor, aksine cinayetin üstü örtülüyor. Size yaraşan da Hrant’ı, kendi siyasal planları uğruna öldürtenlerden hesap sormaktır.
Sevgili Arat! Baban gibi insanlarla ilgili istihbaratı MİT yapar; polis istihbaratı yapar; jandarma yapar. Bu istihbaratlardan Hrant’ın öldürtülüceği açıkça ve kesinlikle anlaşılıyor. Polis duruyor, MİT duruyor, jandarma duruyor ve o kurşun atılıyor. Düşün: Bu tedbiri CHP Genel Başkanı Deniz Baykal mı alacaktı yoksa Başbakan olan Tayyip Erdoğan mı? İşte bu soruya doğru cevap vermemiz gerekiyor.
Mehmet ocaktan ne yapmış?
Kanal 24’te, eski gazeteci AKP Milletvekili Mehmet Ocaktan, TBMM Dink Cinayetini Araştırma Komisyonu’nun başkanı olarak haberci Fuat Kozluklu’nun sorularını cevaplandırdı. Ocaktan; Dink’i İstanbul Valiliği’ne çağırtarak uyaran o iki kişiyi hiç duymamış gibi konuştu. Halbuki Nedim Şener; o iki kişinin MİT’ten olduğunu tespit etmiş bulunuyor. AKP’nin gazeteci milletvekili, elindeki onca imkana karşın Hrant Dink’i üstü kapalı korkutan ama önlem aldırtmayan MİT’çileri bilmiyor ama sivil gazeteci Şener bu bilgilere ulaşabiliyor. Nasıl oluyor bu iş?
Hrant’ı Türkiye’de siyasete yön vermek ve milliyetçileri kötü göstermek için kurban seçtiler. Bunun için polis istihbaratı, mahkemenin istemesine karşın, ilgili evrakı vermiyor. Arat; bu gerçeği hiç unutmamalı... Dink cinayeti çözülürse; yeni derin devletçiler ve yeni Ergenekoncular da ortaya çıkarılmış olacaktır. l Rıza Zelyut / Güneş
Adama gülerler...
Vaktinin büyük bölümünü genç kızlara aşk masalları anlatmaya harcayan ve sakal uzatıp yüzüklerini şaklatmaktan başka hiçbir şey yapmayan adamın biri kalkmış ‘Abdi İpekçi cinayeti hakkında 30 yıldır sızlanıp duruyoruz, haber yapmaya başlamamız gerek’ diyor... Haber dergisinde çalıştığı yıllarda arkadaşlarıyla ‘şövalyelik’ oynamak yerine haber yapsaydı ya... Yıllardır köşe yazıyor; kendisini terk eden kadınlara örtülü mesajlar içeren aşk mektupları kaleme alacağına kalkıp Ağca’yı araştırabilirdi mesela... Gazetelerde yöneticilik yaptı... Elini kolunu bağlayan, tutan, engelleyen mi vardı? Kızarmış ekmeklerin üzerine zeytinyağı damlatırken, ya da araştırmacı gazeteciliği Türkiye’nin domateslerini bulmak zannederken birileri hayatını riske atmış gazetecilik yapıyordu. Şimdi kalkmış ahkam kesiyor...
l Oray Eğin / Akşam
* * *
Taraf’ın haberi topallıyor
Taraf’ın sicilini yahut gazetecilik ilkelerini hatırlayanlar, son “çok vahim iddiası”na temkinli yaklaşmayı tercih ettiler. Fatih Altaylı, HaberTurk’teki köşesinde “Bu haber yalan çıkarsa ne olacak?” diye sorarken,
Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu, Taraf’ın “seminerde sunumu yapılan bir senaryo”yu, “gerçi bu bir seminer ama aslında ayrıntılı bir darbe uygulama planı” biçiminde yansıtırken, gazeteciliğin en temel ilkesini çiğnediğine dikkat çekti. İşte Taraf’ın haberinin “topalladığını” savunan Civaoğlu’nun o satırları: “Kimseye gazetecilik öğretmeye niyetleniyor değilim fakat gazetecilikte temel ilke” İlgili tarafların görüşlerini de almak ve yansıtmaktır. “Taraf’taki haberi yayıma hazırlayanların, bu “Balyoz” adlı darbe planı iddiası için olayın birinci adamı Org. Çetin Doğan’a görüş sormaları gerekirdi. “Sizin birinci derecede sorumlu olduğunuz bu çalışma nedir, ne yapmak istediniz, bu bir darbe planı mıydı?” Görebildiğim kadarıyla bu yapılmamış. Görüşünü almak istemişler ama ulaşamamış olabilirler. Böyle bile olsa habere, “Çetin Doğan’a ulaşmaya çalıştık fakat başaramadık” unsurunu koymaları gerekirdi.”
* * *
Dündar’ın da gözünü bantla
Latif Demirci’nin dünkü karikatüründe muhabir anons yapıyor: “Yanımızda Mehmet Ali Ağca var sayın seyirciler. Şimdi TEKEL işçilerinin açlık greviyle ilgili duygularınızı alıcaz...”
Ağca da mikrofonu bulmuş konuşuyor: “I am not worker!” (Ben işçi değilim)
O muhabirin yerine Can Dündar’ı, muhatap aldığının yerine de PKK’lı Şemdin Sakık’ı koyun. Ne farkı var?
Milliyet Ağca’nın tahliye edildiği günden beri medyanın tamamına bir çağrı yapıyor: “Katillerden kahraman yaratmayın!” Aynı Milliyet, dün de dikkat çektiğimiz gibi, üç gün boyunca PKK’nın eski iki numarası Şemdin Sakık’ı sosyolojiden, siyasete hemen her konunun “bir bilen”i olarak konumlandırıyor sayfalarında.
Bilinen en büyük iki “eser”i II. Jean Paul’e suikast girişimi ile Abdi İpekçi suikasti olan Ağca’nın dizinin dibine oturup, “Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?, Küreselleşmeye bakışınız nedir?, Ilımlı İslam kavramıyla ilglili değerlendirmeniz...” gibi sorularla, ondan yeni bir “Samuel P. Huntington” (Medeniyetler Çatışması tezini ortaya atan abi!) yaratmaya çalışan gazetecilik anlayışı ile;
Bilinen en büyük “eserler”i 36 silahlı eyleme bizzat katılarak 84’ü asker, 134 kişinin öldürülmesi, binlercesinin de “ölüm” emrini vermek olan PKK’lı teröristin dizinin dibine oturup, “Açılımları nasıl açmak lazım gelir?, AB’ye mi girelim, Ortadoğu’ya mı dönelim?, Taş atan çocuklara ne yapmalı, kaynar kazana mı atmalı?” gibi sorularla ondan bir siyaset kuramcısı yaratmaya çalışan gazetecilik anlayışının yarattığı sonuç çok mu farklı?
Neresinden bakarsan bak Şemdin Sakık karşındaki. Hayatının yarısını dağda, kalan yarısını cezaevinde geçirmiş bir katil. Kader mahkumiyeti değil, bilerek, isteyerek, planlayarak kurduğu hain pusuların, kanlı tuzakların, baskınların, bebek katliamlarının sorumlusu. Hala PKK’ya dönük politikaları “değerlendirirken!”, “bana...” diye giriyor lafa, PKK “kendisi” çünkü! Huntington’u da geçtim, bu teröristten bir Rousseau, bir Machiavelli ve hatta Konfüçyüs yaratma çabası niye?
Eli, ayağı, yüzü-gözü, zihni kanlı bir katil, “katillerin sesi olmayalım” diye yeri göğü inleten Milliyet’te üç gündür devlete akıl veriyor: “Operasyonları durdurun. Af çıkarın. Öcalan’ı salın. Jandarma kışlasına çekilsin, sivil toplumun önünü açın, süper yetkili barış bakanı atansın...”
Sanırsınız Diyarbakır Cezaevi değil, Diyarbakır Stratejik Araştırmalar Merkezi. Bu da terörist değil, düşünce laboratuvarında proje üreten dahi çocuk. Projelerini anlatıyor: “Benim projem şu: Kürt tarihinde var Mir Alayları var, Hamidiye Alayları var, bugün de 90 bin kişilik Kürtlerden oluşan bir koruyucu ordusu var. Bunlar 1000 veya 7000 kişilik ordunun bir askeri gücü olsun. Sınır muhafızlığı yapsın.”
Hani müebbete mahkum olmasa, Dündar, Sakık’ı Dışişleri Bakanlığı için cilalıyor diyeceğim. Baksanıza “eksen kayması” analizine: “Biz Avrupa perspektifini yitirirsek hiçbir güç burada kaosu durduramaz. Şu an Suriye’ye, Irak’a, İran’a, Ortadoğu ülkelerine verilen önemin, Avrupa’ya verildiğini görmüyorum. Ben Ortadoğu’nun büyük gücü olmaktansa Avrupa’nın sıradan bir ülkesi olmayı tercih ederim. ”
Dündar, eli kanlı katilin bir “Enflasyonu düşürme yolları”, bir de “Beşiktaş’ı iktidarlı tezgahtan kurtarma formülü” konusundaki “yüksek fikirleri”ne başvurmamış.
Üç gündür devam eden “Altı kaval, üstü Şişhane” yayıncılığından sonra Milliyet kendini nasıl aklar, aklayabilir mi emin değilim.
Aslında benim aklıma bir şey geliyor...
Diyorum ki şöyle gözlerine bant çekilmiş bir Can Dündar fotoğrafı ve “Katilleri kahramanlaştıranlar aramızda” manşetiyle çıksa... Zararın neresinden dönersen kardır hesabı. Kimbilir, işe yarar belki!
* * *
Başımıza özgürlükçü kesilen darbeciler
12 Mart darbesinin iki gün sonrasında “Ve şahmerdan güm diye indi” diye yazıp, darbeyi, askeri rejimi savunanlar, o darbeyi yapanların Demirel’i asacağını umanlar, on yıl sonra da yeni bir askeri rejimin ürünü olan yeni siyasetçileri “sen en büyüksün” diye pohpohlayanlar, daha sonraları, günümüzde “askeri vesayeti ortadan kaldırmak gerekir” diye ortalara dökülmemişler miydi? 12 Eylül öncesinin en kanlı, en acı günlerinde bu olayların tam göbeğinde yer alan bir partinin hem de en tepesinde, yönetiminde yer alanlar, birkaç yıl sonra ve de günümüzde “liberal aydın” olarak ortaya çıkmamışlar mıydı? O dönemde “karanlıklar aydınlığa çıksın” diye ışıklarımızı açıp kapatırken, tencerelere vururken, “ne o glu glu dansı mı yapıyorsunuz” diyen liderin partisinde, o dönemde ağzını bile açmayanlar, “ne glu glu’su” diyemeyenler, bugünlere gelince “Susurluk’u çözemediniz” diye ortaya çıkmamışlar mıydı?
Maalesef siyaset anlayışı aynı kaldı. Sadece “bizim ne kabahatimiz vardı ki”ya da “var” aşamasından 3. aşamaya geçti. Yani “her şeyi Ergenekon yaptı, bize ne” aşamasına. Tabii bir de artık silahşorları(!) da var. Kimler mi? Çoğunu tanıyorsunuz.
l Süheyl Batum / Vatan
* * *
Yandaşlar birbirine düştü
Nazlı nazlı hanımlar, şık bayanlar ve beyler, saçlı sakallı dandik profesörler, imam bozuntuları, liboşlar, meyhaneciler, diskocular, İslamcılar el ele, kol kola, tam kadro, ellerinde çanta, her gün ve her gece TRT dahil Tayyip yalakası kanallarda boy gösteriyorlar. Bazılarına yurt dışından, bazılarına TRT ve TMSF tarafından hortumlanan paracıklar karşılığında... Çıkar ilişkileriyle yapılan ilkesiz ve omurgasız gazetecilik, medyadaki yandaş takımını birbirine düşürdü. Birbirleri hakkında “Senin bu yaptığın yanlıştır, hükümete zarar veriyorsun, ne biçim yandaşsın” diye yazılar yazıyorlar, sonra aynı kamptan birileri onlara yanıt veriyor: “Yandaşlık yapıyorsun, yandaş gazetede yazıyorsun, sonra da bana saldırıyorsun.” Sana yukarıdan verdikleri gazla, servis yaptıkları doğru-yalan-yanlış bilgilerle işlevini bir süre sürdürürsün. Ama gün gelir deniz biter ve duvara toslarsın. l Emin Çölaşan / Sözcü
* * *
MİNİ YORUM
Yine canları yanınca...
Taraf’ın “medya andıcı” iddiasında, adı “darbe için kullanılacaklar” listesinde geçen Ruşen Çakır köpürmüş: “Bu listeleri yapmak ne kadar çarpık bir zihniyetse böyle paldır-küldür yayınlamak ta bir başka çarpık zihniyet. Türkiye’de bir linç kültürü var.” Çakır, canlı yayında gözümüzün içine bakarak cevap versin: “O listede adın olmasaydı da aynı tepkiyi verir miydin?”