Bir yıldönümünün düşündürdükleri...
Bugün, 1958 yılı 1 Kasım’ın da kaybettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın vefat yıldönümüdür. Allah rahmet eylesin! Yahya Kemal, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğmuştur. Babası Nişli İbrahim Bey çok eskiden bu topraklara yerleşmiş Akıncı Beyleri’nin soyundandır. Annesi divan şiirinin son üstadlarından Leskofçalı Galib Bey’in yeğeni Nakiye Hanımdır.
Yahya Kemal, yetişme tarzı, kültürü ve her hali Türk olan davranışlarıyla milli şahsiyetlerimizden biridir. Yetişmesinde Rumeli Medeniyet’imizin zengin tarih hatıralarıyla yoğrulmuş, Üsküp gibi Türk-İslam çevrelerinin etkisi büyüktür. O’nu şekillendiren dini ve milli telkinleri annesi Nakiye Hanım vermiştir. Hatıralarında O aziz anneden şöyle bahsediyor:
“Lakin benim hem dini hem de milli terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediye okur, bana Kur’an öğretirdi. Beyaz başörtüsüyle, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Daha o yaşta Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Türklükle İslamlığı yoğuran Milli İslami harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.” Ata ocağında aldığı İslami-Milli değerlere bağlı bu yetişme tarzı Yahya Kemal’i Paris’te geçen dokuz yıllık gençliğinde köksüz ve kozmopolit olmaktan kurtarmıştır.
Bu Türk-İslam terbiyesinden sonra O’na kültür olgunluğu veren Paris şehrinin ilmi muhitleridir. 1903-1912 yıllarında Paris yepyeni fikirlerin tartışıldığı, şiir ve sanatta yeni açılımların yaşandığı bir düşünce ve sanat zenginliği yaşıyordu. Bu dönemde Albert Sorel’i, Bergson’u tanıdı. Türkolog Leon Cahun’un ilhamlarıyla Turancılık’a yöneldi. Fransız sosyalisti Jean Jaures’in konuşmalarını inceledi. Daha sonra bütün araştırmalarının sonucu olarak milliyetçilikte karar kıldı. “Şüphesiz Albert Sorel’in üzerimde tesiri olmuştur. Fakat beni asıl başka gözlemlerim milliyetçi yaptı, anlatayım; Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim azınlık Rumlar, Bulgarlar büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler, Abdülhamid’i yıkmakla meşguldüler. Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamid değil, bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. Bu nasıl millettir, Mazisi nedir diye merak etmeye başladım. Zaten Siyasi Bilimler Fakültesi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”
Yurda çok zengin bir bilgi ve kültür birikimi ile döndü. Darü’l- Fünun’da ’Medeniyet Tarihi’hocası oldu. Fuat Köprülü, Müderris Yahya Kemal’in çok sadık bir takipçisidir. Yahya Kemal’in “Milliyeti Yesevi’de aramak gerekir” düşüncesiyle O’na verdiği vazife Fuat Köprülü’nün kaleminden “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eseri yazdırdı.
Yahya Kemal, Mütareke’nin acı dolu günlerinde ‘ordumuzun mütareke denilen bu lekeyi, bir gün ateş ve kanla boğacağını’ söylüyor, üniversite gençliğine ümit veren bir güç oluyordu. O’na göre “Türk’ün ateşle imtihan edildiği” Anadolu hareketine “Kuvva-i Milliye” denmesi diri ve taze kuvvetlerin tükenmesi sebebiyleydi. Bu tükenişin arkasından ortaya çıkan Mustafa Kemal Paşa’ya üstadın “milletin yedek kuvveti” sıfatını vermesi bundandır. Her şeyin sıfıra inme çizgisine girdiği o günlerde Yahya Kemal’in inancı zirve yapıyordu. Kuvva-ı Milliye zafere ulaşacaktı. Çünkü o, yaralı medeniyetin ruh kuvvetiydi. Başında Mustafa Kemal vardı...
Bulunduğu mecliste Türkiye’nin manda olması görüşülüyordu. Büyük şair, “Sultan Fatih, İstanbul’u muhasara ederken bir topunu 400 mandaya çektiriyordu. Bunlar koca devleti bir mandaya satacaklar” dedi.
Bu satırların yazarı olarak Yahya Kemal’i büyük edebiyat tarihçimiz N. Sami Banarlı’dan dinledim ve öğrendim. Hemen hemen bir yılın her cumartesi akşamı Bebek’teki Türk Mimarisi’ne göre inşa edilmiş evinde Banarlı’nın coşkun Türkçesiyle anlattığı Yahya Kemal hafızamda o zamanın bereketi olmuştur. Yine O’ndan dinlediğim bir nükte var. Büyük şair; “Bu iş yanlış oldu. İsmet Paşa şiir yazmalı, ben de devleti yönetmeliydim. O zaman hiç olmazsa sadece şiir mahvolurdu” diyor.
Yassıada zulüm makinesi, Demokrat Parti yöneticilerine her türlü işkenceyi reva görürken kahroluyorduk. Yedek subay olduğum o bereketli yılın bir akşamında Aziz Banarlı’ya sordum: “Üstadım, bu millet Selçuklu ve Osmanlı asırlarında Haçlı ordularına karşı oluk oluk kan döktü, İslam’ın kılıcı oldu. Bu devleti kurarken Trablusgarp, Balkan, Cihan ve İstiklal Harpleri’nde 16 yıl savaştı. Neden bizim yüzümüz gülmüyor? Nedir bu çektiğimiz elemler?” deyince Banarlı “Ben bu soruyu aynen merhum Yahya Kemal’e sordum, cevabı şu oldu; ‘Osmanlılar bu toprakları kılıçlarıyla aldılar. Biz onları bu topraklardan, mülklerinden kovduk ve yâd ellerde sefalete terk ettik. Onun için Nihad ,bizim yüzümüz gülmez.’
Milletçe bir tarih muhasebesi yapıp, diz çöküp, ellerimizi Yaradana açarak “Allah’ım tarihimize, milletimizin soylu geçmişine ve onun aziz şahsiyetlerine gösterdiğimiz gaflet ve yaptığımız yanlışlardan dolayı bizi affet” demenin vakti çoktan gelmedi mi?