Bir tek "Pandora’nın Kutusu" kaldı

Cezayir Lokantası’ndaki DPI (Demokratik Gelişim Enstitüsü) “çalıştayı”nın “PKK toplantısı” olarak afişe edilmesinden rahatsız olan “katılımcı” köşe yazarlarından Ali Bayramoğlu “zibidiler” diyordu dün adı değişen huyu baki kalan gazeteye, Ahmet İnsel “lağımcı gazeteciliği” diye nitelendiriyordu yaptıkları işi...
Benim ilgimi en çok Cengiz Çandar’ın yazdıkları çekti.
Yok yok, hem Ameriklancı, hem Filistin gerillası, hem devrimci hem liberal olabilen birinin “hem Müslüman, hem tetikçi hem de aptal olunmaz” diye ders vermeye kalkışmasındaki garabetten bahsetmiyorum...
Takıldığım yer başka...
Daha yazının en başında, gayet iddialı biçimde “Bizim gibilerin her şeyi açıktır!” diyor Cengiz Çandar.
Yazı da bu tezinin delil dosyası gibi zaten. Paragraf paragraf izahat vererek “gizli kapaklı iş yapmadığını” ispata çalışıyor.
Şeffaflığı o denli abartıyor ki “twitter palavrası” dediği iddia için bile satırlarca açıklama yapıyor:
“Mason Locası’na girip çıkmam’sunturlu bir yalan.
DPI toplantısının sabah oturumundan ayrıldım ve Helsinki Yurttaşlar Meclisi ile Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği ’Yeni Anayasaya Doğru ve Ortadoğu’konulu bir uluslararası konferansta konuşma yapmaya gittim ve döndüm.”
Neredeyse GSM operatöründen bahse konu gün bulunduğu yerleri gösteren koordinat raporu isteyecek; “aha da belge” diye çarşaf çarşaf ilan verecek!
Bununla kalsa iyi, bir de eski defterleri açıyor Çandar. “Doğu Perinçek ve Aydınlık çevresi”den “Ergenekoncu geleneğin uzantısı 28 Şubatçılar”a kadar hakkında yazıp çizen kim varsa “toplu cevap” töreni düzenliyor köşesinde onlara...
“JİTEM’den 28 Şubat’a, 28 Şubat’tan Ergenekon’a, Ergenekon’dan bu günlere ‘istihbaratçılık’ işinin de kalitesinin düştüğünden” yakınarak “hepsi dezenformasyon” diyor.
İşin ehli daha iyi bilir tabii lafımız yok da bir tek basit sorumuz var Çandar’a.
Madem Hasan Cemalvari bir “kendimi yazdım” işine giriştin, “o gece”yi neden es geçtin? Madem “Bizim herşeyimiz açık” diyorsun, “o gece” hatırlatıldığında neden kulağını, gözünü, ağzını kapatıyorsun?
Bir tek o gecenin sansüre tabii olması garip değil mi!
Cezayir Lokantası’nda kimlerle, ne konuştuğunu ayrıntısıyla anlattığın gibi, neden 18 Şubat 2005 gecesi Bebek’teki o İtalyan Lokantası’nda kimlerle ne koştuğunu da anlat(a)mıyorsun?
Eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, CIA ajanı Mark Parris, Kandil ulağı Hasan Cemal, Soros’çu Can Paker ve eski TRT Genel Müdürü Cem Duna ile ne yediniz o gece; sadece İtalyan yemekleri mi!
Dolu dolu 7 yıl geçti o günden bugüne; 7 yılda az şey dönüşmedi bu ülkede... Ve dönüşümün hemen her kademelerinde/sektöründe, bu isimlerden biri/birkaçı muhakkak vardı ne hikmetse!..
Her şeyi açıyorlar, saçıyorlar, açıklıyorlar; an geliyor itirafta yarışıyorlar, ama o gece “Pandora’nın Kutusu” sanki; ödleri kopuyor kapağını kaldırmaya!
Sanırsın yakın geçmişimizin bütün günahları o gece de saklı!
Sanırsın esir alacak kilidini açanı!
Sükutun ikrardan geldiğini bildikleri halde, suskun kalmaktaki ısrarlarına bakılırsa; öyle mi yoksa!




1 Mayıs Dünya Tiyatrolar Günü(!)

Tazyikli suyla zatürreye itilen Tekel işçilerinin, ihmal yüzünden ölümün kucağına bırakılan maden işçilerinin, ezilen çocuk işçilerin, ücretlerdeki eşitsizliğin, sosyal hak taleplerinin esamesinin bile okunmadığı mutlu, mesut, bahtiyar işçiler gününün kekremsi tadına katlanmak zorunda kalmaktansa bence böyle olsun bundan sonra...
İktidar, beğendiği işçi sendikalarına ay pardon kumpanyalara sponsor olsun...
Önce Eyüp Sultan’a gidip toplu şükür namazı kılsınlar; “Hamdolsun Rabbim bize böyle adil, böyle emeğin sömürülmediği, böyle kul hakkının yenmediği bir ülkede işçi olabilmeyi nasip etti” diye... Sonra da danslı-müzikli oyunlar sahnelensin alanlarda!
Dün, gözlerinizi ovuştura ovuştura izlediğiniz türlü şaklabanlığa da “önümüzdeki yılın kostümlü prova”sıydı der geçersiniz artık; yoksa aklınıza mukayyet olmanız zor gözüküyor bu koşullarda...




Dağı’dan Altan’a “ensest” desteği

Bülent Arınç RTÜK toplantısında “Dizilerde ele alınan marjinal konular, karşı cinsler arasındaki ilişkiler, ensest ilişkiler, işlenen temalar toplumun tahammül sınırını zorlamaktadır” deyince ensesti “aile içi sevginin doruğu” sayan zihniyetin destekçisi Ahmet Altan “Bu programları izleyenleri toplama kamplarına mı kapatacağız?” diye veryansın etmişti ya...
Tahmin edin hangi gazeteden destek geldi Altan’a!
İhsan Dağı “RTÜK özel kanallarda gösterilen dizilerin içeriğine, dizideki kahramanların ahlakına, kıyafetine, arkadaşlıklarına müdahalede bulunmaya çalışıyor... ‘Sanal’ kişiliklerin hayatına böylesine müdahale etmeye kalkışanlar herhalde ‘reel’ insanları da başıboş bırakmazlar. Onları da kendi ahlaklarıyla ahlaklandırmak, kendi kıyafetleriyle donatmak, kısaca kendilerine benzetmek isterler...” yazdı dünkü Zaman’da!
Pehhh...
Muhafazakalarların, sapıklık, sapkınlık savunucularıyla ittifak yapabildiği çağda biz de tutmuş işçi/emekçi,-liberal/kapitalist kardeşliğine şaşıyoruz hâlâ!




Kandil’de mi tutuklandılar

Hasan Cemal, KCK operasyonu kapsamında tutuklanan Mahmut Alınak’ı yazmış dün. Suçunu tarif ederken şöyle diyor:
“Yazdığı makalelerle teröristlik yapmış!”
Ümraniye soruşturması çerçevesinde tutuklanan Mustafa Balbay Cudi’de, Tuncay Özkan Kandil’de, Ergun Poyraz Gabar’da mı yakalanmıştı?
Odatv operasyonunda tutuklanan Soner Yalçın’ı bomba düzeneği kurarken, Müyesser Yıldız’ı molotof kokteyli hazırlarken, Barışlar’ı (Pehlivan ve Terkoğlu) Taksim metrosunu havaya uçurmaya hazırlanırken mi, suçüstünde mi “enselemişlerdi” sanki...



BASINDAN SEÇMELER


Köşe yazarları Erdoğan’ın tiyatroculara “siz kimsiniz” diye çıkıştığı konuşmasına
tepki gösterdi: Bu millet daha ne kadar Zat-ı Âlinizce azarlanacak?


Peki ya despot Başbakan tavrı!..

“Despot aydın tavrı geride kaldı” diyor Başbakan... Aman ne iyi!
Peki ya despot Başbakan tavrı?
O ne zaman geride kalacak?
“Türkiye’nin tapusu, belli kesimlerin, belli zümrelerin, elitlerin, seçkinlerin elinde değil artık” diyor Başbakan...
Bunun için kendisine minnettarız da, kendi tek-eline aldığı tapuyu ne zaman geri verecek?
Siyasetin “yeni seçkinleri” ne zaman bertaraf edilecek?
“Aydınların parmağını sallayarak milleti azarlama devri bitti” diyor Başbakan...
Çok iyi de, ya sizin parmağınız daha ne kadar sallanacak?
Bu millet daha ne kadar
Zat-ı Âlinizce azarlanacak?

***


Sallandıkça sıvası dökülen yapılar gibi, Başbakan’ın zihni de konuştukça içindeki tek parti zihniyetini biraz daha ele veriyor.
“Hem maaş alacaksın, hem eleştireceksin. Böyle saçmalık olmaz” cümlesinin tercümesi “Paranı ben veriyorum, sus otur”dur.

***


Artık tartışma, şehir tiyatroları özelleşsin mi, kamuda mı kalsın tartışması değildir.
Repertuarı sanatçılar mı bürokratlar mı belirlesin tartışması da değildir.
Geçtik bu teferruatı!
Tartışma, “Herhalde yüzde 50’den daha akıllı değilsin” diyen çoğunluk diktasıyla nasıl mücadele edileceği tartışmasıdır.
Tartışma, 23 Nisan’da koltuğuna oturan çocuğa bile itiraz eden bakanı kovmasını tavsiye eden bir zihniyetle nasıl baş edileceği tartışmasıdır.
Asıl tartışma, demokrasiyi içselleştirmemiş bir fikriyatın demokrasi içinde nasıl var olabileceği tartışmasıdır.
Can Dündar / Milliyet




Sanatçı kimmiş Atatürk söylesin

Ünlü sanatçı Vasfı Rıza Zobu anlatır...
Atatürk turnedeki İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçılarına Ankara’da bir davet verir. Sanatçılar ayrılırken Reşit Galip, Atatürk’e:
- Paşam müsaade ederseniz ayrılırken elinizi öpmek istiyorlar, diyor.
Atatürk, “Hayır” diyor, şaşıran sanatçılara hitaben o ünlü sözleri söylüyor:
“Hayır olmaz. Sanatkâr el öpmez, biz hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur oluruz ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız...” Ve sözü noktalıyor:
“Sanatkar el öpmez sanatkarların eli öpülür.”
Melih Aşık / Milliyet




Özelleştirmeyi de hükümetleştirme o zaman

Onun açıkça sevdiği ve açıkça sevmediği vatandaşları var artık.
Bir yandan işaret parmağını sallıyor, bir yandan da ’Mürebbiye gibi parmak sallayarak kimsenin milli iradeye yol çizemeyeceğini’ söylüyordu.
Milli irade: İçi boşaltılıp, meşrebine göre tuhaf bir hırs ve şevkle doldurulmuş fetiş kavramımız.
Bir yandan kalabalığa doğru gövdesini geriyor, bir yandan da tiyatroculara sesleniyordu:
“Bu ülkede tiyatro sizin tekelinizde mi? Sanat konusunda söz söyleme ehliyetine sahip olan sadece sizler misiniz? Tiyatroları özelleştirmeye götürüyorum. İşte buyurun özgürlük, istediğiniz oyunları istediğiniz gibi oynayın. Biz de hükümet olarak beğendiğimiz oyunlara sponsor oluruz.”
Ne denebilir.... Bırakınız yapsın, bırakınız özelleştirsin. Güzel de... İnsan beyni kanlanınca tutup sorabilir: Madem öyle, benim vergilerimle bir televizyon kanalı yahut bir haber ajansı niye var?
Madem her şeyi özelleştireceksin (...) özelleştirmeyi niye hükümetleştiriyorsun, iki arada bir derede, son anda bir önergeyle?
(Geçen Cuma öğrendik ki, BDDK ve TMSF yönetiminin görev süresini düzenleyen yasa teklifine sürpriz bir önerge eklenmiş. Buna göre yargıdan dönse bile özelleştirmede son söz Bakanlar Kurulu’nun olacak. Vay vay vay! Bunun adı ’Bırakınız sadece biz geçelim’ olmaya?)
Ezgi Başaran / Radikal




“Tek seçici”ler hiyerarşisi

Siyaseti bilimin emrine veren ülkeler sanatı da siyasetin üzerinde tutarlar.
Ama hem iş hayatını, hem medyayı, hem bilimi siyasetin, daha doğru söyleyelim, “tek seçici”nin emrine veren ülkeler ise bir üst “tek seçici” tarafından Dış İşleri Bakanları parmak ile çağrılan ülkeler olurlar!
“Tek seçicinin” gücüne iş adamı, rektör, medya patronu, gazeteci, velhasıl bugüne dek ayar verdiği kimse dayanamadı.
Bakalım sanatçılar ne yapacak?
Cüneyt Ülsever / Yurt




İşte bütün mesele bu Katlanmak mı daha soylu; direnmek mi

Olmak ya da olmamak.
Katlanmak mı daha soylu...
Zalim kaderin yumruklarına?
Diretip...
Dur, yeter demek mi?

*


Ölmek, uyumak.
Ama...
Rüya görebilirsin uykuda.
O fena.
İşte bu düşüncedir...
Felaketleri yaşanır kılan.
Yoksa...
Kim katlanır zamanın kırbacına? Zorbanın kahrına...
Hakaretine...
Gururunun çiğnenmesine?
Adaletin bu kadar yavaş.
Yüzsüzlüğün...
Bu kadar hızlı yürümesine?
İyi insanın...
Kul olmasına kötülere...
Kim katlanırdı?
Korkmasaydı!
Ve, bunları düşündükçe...
Ödlek olup çıkıyoruz hepimiz.
Çünkü, bulandırıyor...
Endişenin soluk gölgesi.
Yürekten gelenin doğal rengini.
400 sene önce yazmış adam.
Katlanmak mı daha soylu?
Direnmek mi?

*


İşte, bütün mesele bu.
Yılmaz Özdil / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları