Bir panzer yürütmediler caddelerde...
Her şeye birden sahip olamıyorsun işte. “İleri demokrasi” rejiminde yaşamanın da bazı cilveleri var. Bugün mesela;
İstanbul’da sabah 05.00’ten itibaren tüm metrobüs seferleri iptal!
06.00’dan itibaren Kabataş-Taksim finüküler sistemi ve Şişhane-Taksim ve Levent-Taksim metrosu da... Hiiiiç heveslenmeyin; Anadolu’dan Avrupa’ya İDO geçişi de yok!
Yassah hemşerim!
Başbakan “İçişleri Bakanlığımız tüm ekipleriyle her türlü tedbiri alacak” dedi.
İstanbul’da ivedilikle(!) sokağa çıkma yasağı ilan edildi!
Ek önlem olarak;
Denize çıkmak da yasak!
THY’den henüz bir açıklama yapılmadı ama an meselesi “Uçuş ekibinin, kalkış ve inişlerde şehrin üzerine çökecek biber gazı bulutundan etkilenmesi ihtimali göz önünde bulundurularak” onlar da kilit vurabilirler Atatürk Havalimanı’na!
Benimki mübalağa da hani olsa; şaşıran bir tek kişi çıkar mı acaba!
Bakmayın böyle espriye vurur gibi yaptığıma;
Mahkum edildiğimiz şey rezalet aslında!
Skandal!
Ağzımdan çıkabileceklerden korktuğumdan “otosansür”e sığınıyorum mahkum edildiğimiz trajikomik hal karşısında!
Yoksa işin size yansımayan kısmında oturduk “Peki biz yarın nasıl işe geleceğiz” diye kara kara düşünüyoruz arkadaşlarla!
***
Özellikle bu yıl, meydan civarı köstebek yuvasını andıran bir hafriyat alanına dönüştürülmüşken, sendikaların “İlle de Taksim” diye diretmesi bence de anlamsızdı ama memleketi yönetenlerin talimatları doğrultusunda, İstanbul’u yönetenlerin “önlem ilanı” diye yaptığı açıklamalar da tüy dikti bu manasız inatlaşmaya!
Sen ne hakla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının seyahat özgürlüğünü kısıtlamaya kalkışırsın Allah aşkına!
Ne hakla insanların “yasal-anayasal haklarını” ellerinden alırsın!
“Suç değil mi” diye soracağım ama;
PKK’lılar çekilirken asker gözlerini yumsun, sırtını dönsün, hiçbirşey bilmiyorsa körebe oynasın kepazeliğinden sonra “suç”u “yol” yaptıkları ortada...
***
“Önlem” diye adlandırdıkları “halkı kin, isyan, çileden çıkma, cinnete tahrik” girişimleri, “eve hapsetme” stratejisiyle sınırlı da değil ha!
Bir de “ayağınızı denk alın” aşaması var.
Vali Bey açıkladı onu da:
Meydanda herhangi bir toplanma halinde “güç kullanımı kararlı bir şekilde yerine getirilecek” !
Ne kadar “kararlı” olduklarını idrak edelim diye olmalı, civar illerden “3 bin civarında çevik kuvvet takviyesi” aldıklarını da hatırlattı
İlk duyduğunda “Döverim ha” gibi geliyor insanın kulağına;
Nedense!
Silivri önlerinde, 3 TOMA ile ne derece “sindirici, püskürtücü, ezici” olabildiğini ispat etmiş olan bir zihniyetle asla örtüşmez ama -ileri olmayan olağan demokrasinin düşünce hürriyeti belası işte- “tehdit” gibi algılıyor insan zihni bu sözleri!
Ya bir de keşke “Terkos suyu”mu sıkacaklar, “çamur”mu, “çakıl taşı”mı, “kimyasal”mı onu da söyleselerdi;
Ona göre giyinir kuşanır insan; çelik tencereden kask, tepsiden kalkan, leke tutmayan kaban filan!
***
Şaka bir yana;
Bir panzer yürütmediler caddelerde;
Darbe oldu da haber mi vermediler bize!
Yalçın Akdoğan’ın hedefindeki
“avam düzeyli duayen” Cengiz Çandar mı!
Başbakan’ın danışmanı, AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, Star’da yayınlanan dünkü yazısında öfke saçtı. Karayılan’ın “Normalleşme tamamen bittikten sonra silah bırakmayı değerlendirebiliriz” açıklamasına itirazını eleştirenleri “PKK muhibi” ilan eden Akdoğan işi “PKK muhipleri eleştiri oklarını bize çevirdi. Bizim bazı duayen köşe yazarlarımızın avam gazete okurları seviyesinde meseleleri (başlıklar düzeyinde) takip ettiğini biliyoruz. Bazı televizyonlar, ’Karayılan yanlış anlamış’başlığını atınca, bu zevat da ne dendiğine, altına üstüne bakmadan hemen atlayıp hamilik rolünü üstlendiler” demeye kadar vardırdı.
Peki kim bu Akdoğan’ın “avam okur düzeyindeki duayen gazeteci” tanımının karşılığı?
Sizi bilmem bu çıkış bana Cengiz Çandar’ın önceki gün Radikal’de kaleme aldığı “Süreç” le ilgili hemen her gün iki ayrı gazetede yazan ve son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında da görülen Ak Parti Milletvekili Yalçın Akdoğan, Karayılan’ın Türk medya mensuplarıyla yaptığı söyleşideki sözleri üzerine, “normalleşme sürecinin silahsızlanmayla mümkün olacağını” söylemiş ve “Karayılan süreci yanlış anlamış” değerlendirmesinde bulunmuştu.
Bu, pek isabetli bir değerlendirme sayılmaz. Zira, Murat Karayılan, “süreci yanlış anladıysa, süreç yok” demektir. “Süreç” in bizzat kendisi, Murat Karayılan’ı ve örgütünü, “olmazsa olmaz taraf” haline getirmiştir. Öyle olmasaydı, 100’den fazla ve aralarında devletin yarı-resmi haber ajansının bulunduğu Türk medya ordusu Kandil’e Murat Karayılan’ı dinlemeye akın eder miydi? “ satırlarını anımsattı.
Anımsamaya başlamışken, biraz daha zorlayalım mı hafızamızı:
Hasan Cemal’in Milliyet’ten ayrılmak zorunda bırakılmasından sonra Cengiz Çandar ne demişti?
“Sıra bana geldi” mi?
MİT hesaplaşması bitmedi
Taraf’taki kavga şu ana kadar hep “Neşe Düzel’e karşı olanlar, karşı çıkanlar” perspektifinden değerlendirildi. Oysa “aslında ne olduğunu” anlamak için bir de Düzel’e kol kanat gerenlere, misal dünkü köşesinde Düzel’i “Kandil’in ambargo uyguladığı gazeteci” gibi sunarak bir nevi “meşrulaştırma” çabasına giren Zaman yazarı Bülent Korucu’nun desteğine dikkat kesilmeli!
Bu konu üzerine uzun, upuzun bir analiz de yapılabilirdi pekala ama “son tahlil”de gelinen nokta zannederim değişmezdi:
Bir müddet, üzeri örtülebilmiş olsa da iktidar içinde “Oslo sızdırması” sonrası “MİT krizi” ile safların net olarak ayrışmasından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Yara kabuk bağlamak bir yana, giderek daha da derinleşti. “Hasta”nın akıbeti mi?
Onu metastazın “hangi hücreleri” ele geçirdiği belirleyecek gibi!
“Taraf” değil ama onun üzerinden veya etrafında gelişecek
hesaplaşma da bu karanlık tablonun “el feneri “...