Bir kere de başlık koymasak şu yazıya...

Üç kelimede özetlemek zor çünkü!
Zamansız vedalardan arta kalan acıların hammallığı omuzlarımı çökerttiği günden beri vazgeçmiştim son yolculuğuna çıkan sevdiklerimi uğurlamaktan. “İçimden yolladığım dualar yeter” diyordum hep. Ama bu sefer gitmem gerekti. O anı yaşamasaydım, kabullenemeyecektim hayatımızın bundan sonra Behiç Kılıç’sız devam edeceğini...
Sevenlerinin omuz verdiği, üzerine altın sarısı işlemeli yeşil seccade örtülmüş dört kollu tabutun camiden çıkarılıp, seccadeyle aynı renkteki cenaze arabasına konulduğunu görmeseydim belki hala direniyor olacaktım bu gerçeğe:
“Behiç Kılıç öldü!”
Ki cami bahçesinde, bomboş gözlerle, biraz şaşkın bakınırken bile sorabilirdim:
“Nereden çıktı bu cenaze? Ölen kim?”
Gelin görün ki, şiirden devamla izah etmek gerekirse, “N’eylersin ölüm herkesin başında...”
Belindeki ağrılardan sebep kendisini avluda gördüğü ilk bankın üzerine atan Can Ataklı, “herkesin sonu” deyip musalla taşını işaret edince geldi Cahit Sıtkı’nın şiiri aklıma:
“Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”
Son zamanında çektiği bütün acıların şahidiydik ama, yine de şüpheyle yaklaştım o musalla taşının Behiç Abi’ye taht olacağına!

***


“Abla naber ya!..”
İşte böyle başlar (başlardı) bizim gazetenin gün içindeki en keyifli anları;
“Gel bak müdürümüz çay ısmarlıyor!”
Sonrası sohbet, muhabbet, tarihin derinliklerine girdik miydi de hır-gür, ki ayrıdır Behiç Abi’yle tartışmanın tadı...
Yürek şeffaf yaratılmadığı müddetçe, kimin kimin üzerinde nasıl bir tesiri var bilemeyiz ama iddialıyım ben:
Ailesinden sonra, eşinden ve kızından, annesinden ve babasından sonra en çok biz hissedeceğiz Behiç Abi’nin eksikliğini...
Bir kere hep boş kalacak diyaliz günleri dışında her dem başkonuk olduğu sohbetlerimizde oturduğu koltuğu... Gün gelip koltuğa bir başkası otursa bile, onun sözü, neşesi, tecrübesi yokken dolamayacak, boş kalmaya devam edecek aslında hep yeri.
Tıpkı odası gibi...
Canım sıkıldıkça, aşağıya inip “Eeeee anlatsana Behiç Abi...” diye dalamayacağım artık o kapıdan içeri...
Yaptığı diyetten dolayı yiyemediği yemeklere iç geçiremeyeceğiz birlikte ağzımız sulana sulana...
Gitmeyeceğini bildiğimiz tatil için, yeni yer önerilerini ekleyemeyeceğiz “Diyaliz hastanesine sahip denizi temiz yazlık il, ilçe, belde, köy”ler listesine...

***


Dün kimi gazeteler “çınar” demiş vefat haberini verirken onun için. Kaç kere hastaneden çıkıp televizyon programına katıldığına, gazeteye çoğumuzdan erken gelip, çoğumuzdan geç çıkışına tanık olunca çok yerinde geldi bu özdeşleştirme bana; bir çınar gibi, bedeninde açılan onca yaraya ve özellikle Ümraniye soruşturmasından sonra oluşturulan psikolojik baskıya, hakkında “sehven” yapılan gözaltına alındı, alınıyor, alınacak anonslarına, velhasıl hastalıklarına ve toplumu kuşatan hastalıklı ruhlara rağmen eğilmedi sahiden de... Ayakta veda etti...
Biz onu “yatarken” bile görmedik mesela... Tam ziyaretine gidelim dediğimiz gün nasıl bir tecelli ki vefat haberi geldi.
MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener, kendine has üslubuyla, “Bir gün be, bir gün bile geri adım atmadı” diye anlatıyordu onu dün çevresindekilere;
“Sevmek-sevmemek başka konu ama ben bu nedenle hep saygı duydum kendisine!”

***


Dün sadece dev gibi bir adamın bedeni değildi Silivri’ye gömülen; belki bir daha, en azından birinci ağızdan dinleyerek öğrenemeyeceğimiz yığınla bilgi de gömüldü Behiç Abi’yle toprağa. Ben onu hep sesli bir ansiklopedi farz edip dinledim. Onun özenle seçtiği kelimelerle medya ve siyaset dünyasındaki maskelerin arkasını keşfetmeyi denedim. Bu ülkenin karakutularından biriydi çünkü Behiç Kılıç...
“Bu anlattıklarını yazsana” derlerdi hep ona; benim bir gün yazacağına, bu ülkeyi şöyle sağlamca bir sarsacağına dair hep bir umudum oldu ama,
“bir gün”diye birşey yokmuş meğer hayatta. Bir gün bugünmüş aslında. Nihayetinde bugün varsın, bugün “yazabilme” şansına, gücüne sahipsin yarın ise muamma...
Benim bile “Behiç Abi’ye sorarım, Behiç Abi’den alırım” deyip deyip yazmayı ertelediğim ve bugün itibarıyla yazma şansını yitirdiğim öyle çok konu var ki...

***


Behiç Abi’nin gidişi, yaşarken anlatmaya başladığı dersin bitiş zili gibiydi. Ataköy Beşinci Kısım Camii’nin bahçesinde CHP’li Mustafa Sevigen, MHP’li Meral Akşener, Lütfü Türkkan, Azmi Karamahmutoğlu, DSP’li Zeki Sezer artık dostu saydığım Saadettin Tantan, camiadan Can Ataklı, Mehmet Faraç, Avni Özgürel, Mehmet Müftüoğlu, Servet Kabaklı gibi isimler vardı ama bunca yıl hem gazeteciliğin hem de siyasetin kahrını çekmiş bir insanla “helalleşmesi” gereken daha çok insan vardı benim aklımda...
Dersin bitiş zili dedim ya; sen istersen hayatını “aman o da işsiz kalmasın”, “aman bu arkadaşımız hasta çocuğunu okutalım”, “aman bilmem kime de destek çıkalım”, “aman dünyayı biz kurtaralım” diye kendi derdini unutup başkasının kötü gün dostu olmaya ada; nafile işte vefa yok artık insanoğlunun kitabında...

***


Girişte mevzubahis edip balkon popülizmine kurban etmek istemedim. Ama bu bir helalleşme yazısı aslında. Çünkü hakkı var Behiç Abi’nin bugün yazdığım, bundan sonra yazacağım her satırda. O, yönettiği gazetede, daha üniversite birinci sınıfta, 17-18 yaşlarında bir kız çocuğuna köşe emanet edebilecek kadar çok güvenen bir Genel Yayın Yönetmeni olmasaydı gençlere, belki hiç tanışamayacaktık Yeniçağ’da sizlerle.
Bunca sene de benden ona bir hak geçmişse ben sonuna kadar helal ederim de, inşallah o da birlikte çalıştığımız zaman boyunca, pişman olmamıştır elime kalemi verdiği güne... Dilerim o da hakkını helal etmiştir bana...


GÜLE GÜLE BEHİÇ BEY

Behiç Kılıç, gerçek bir gazeteciydi. Temiz, namuslu, yurtsever ve çağdaş.
Aramızdan erken ayrıldı.
Mekanı cennet olsun.
Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Rıza Zelyut - Güneş

+++

Erdoğan’ın CHP’nin birinci parti olacağına dair sözlerinden sonra “Risk alıyor” dediği Kıraç’la “helalleşme”si nasıl olmuştur dersiniz; ikili karşılıklı “risk analizi” yapmış olabilir mi?

Ahmet Altan “üç medya”dan söz ediyor: “Kağıt parçası’ diyen generale, heykel yıktıran Başbakan’a, bombayla kadın parçalayan PKK’ya bağlı” olanlardan...
Nasıldı tekerleme; biri tutmuş, biri pişirmiş, biri yemiş, öteki de hani bana hani bana demiş!..
Eee hani “manda kafalı”, “beşinci kol faaliyeti” yürüten “dördüncü medya” ?
Hani şu direk Washington’a bağlı olanı diyorum; o niye yok sıralamada; ucu kendinize dokunuyor diye mi?

+++

Yoksulluğu meşrulaştırdılar

Siyasi arenaya bomba gibi düştü.. CHP lideri AKP’nin yüzde 50 oy almasını ’Stockholm Sendromu’na bağladı.. Nedir bu?
Baskı görenin, ezilenin, kendini ezen kişiye sempati duyma hali..
Uyuyor mu? Uymuyor..
Ama John T. Jost’un teorisine uyuyor..
O da kim diyeceksiniz? Psikoloji profesörü.. Siyaset psikolojisi üzerine çalışıyor.. Yoksulların siyasi tercihleri konusunda önemli tezleri var.. Kısaca şöyle anlatayım.. Dinin etkili olduğu bizim gibi ülkelerde yoksulluk, karşı çıkmayı, değiştirmeyi değil muhafazakârlaşmayı getiriyor..
Mutaassıplaşmayı.. Statükoyu..
Kendine bakıyor, çevresine bakıyor, kötü de olsa durumunu korumak istiyor.. Yan girdilerle hayatı biraz kolaylaşıyorsa mevcut durum ilelebet sürsün istiyor.. Bozacak, sarsacak en küçük riskten uzak duruyor.. Siyasal tercihini ona göre yapıyor.. İktidar partisini ayakta tutmaya çalışıyor.. Aslında bilmeden yoksulluğunu meşrulaştırıyor..
Yüzde 50’yi daha iyi açıklıyor değil mi?
Mehmet Tezkan - Milliyet

+++

Senaryo önceden yazıldı... Meclis açılacak, Tayyip önce rol icabı olarak bu Kürtçü kesimle tartışacak, kapışacak ve kamuoyuna “Bakın, onlar bizim ortağımız değildir” mesajı vermeye kalkışacak. Asıl işbirliği bir süre sonra başlayacak.
Emin Çölaşan - Sözcü

+++

Eskiden “kimlik” denince akla nüfus cüzdanı, ehliyet falan gelirdi, şimdi Türklük, Kürtlük geliyor...
Haldun Ertem

+++

Karşıdevrimcilerin bitmeyen kabusu

Düşünün ki araştırmacı yazar Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu” adıyla kitaplaştırdığı (ilgiyle okuyacağım) 21 sayfalık bu mektup, 16-17 Ağustos 1931 tarihinde, Yalova’dan yazılmış ve o gün bugündür sansürlenmiş. Sansürcüler, daha Atatürk yaşarken mektubu gizlemekle yetinmemişler, tahrif etmişler ve zaten Atilla Oral da mektubun kopyasını, Uluğ İldemir’e ait çöpten çıkarılıp müzayedeye konulan belgeler arasında bulmuş.
Atatürk’ün kendine özgü, görkemli bir öfkeyle kaleme aldığı mektuba baktığınızda, daha o zamanlar El Ezher mezunları TTK tarihçileri var. Daha Atatürk ölmeden başlamış Cumhuriyet devrimlerine karşıdevrim hazırlıkları, Türk yurttaşlığına karşı Osmanlı kulluğunu diriltme çalışmaları.
Anımsayın: Atatürk’ün gerçek ses tonunun, özgün görüntülerinin saptanabildiği belgesel film bobinleri de bir bakkal dükkânından çıkan çöpler arasında bulunmuştu!
Anlaşılan, Atatürk’ün ölüsü bile titretiyor karşıdevrimcileri ve hâlâ ve dehşetle. Çünkü biliyorlar ki, dünya tarihinde tüm devrimlerin karşıdevrimi yüzyıl içinde (Hedef 2023!) yapılır, ışığı söndürüldü sanılır. Ama o ışık sönmez. Yıllar geçer, elli geçer, yüz geçer, önünde durulmayacak bir çoğunluğun aydınlığı olarak geri gelirler.
Mine Kırıkkanat - Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları