Bir hamâkat dayatması: Türk-Kürt eşitliği...
Âdem topraktandır ve biz de Âdem’deniz ve dahi Kürtlerle eşitiz.
Ülkemizin kaynaklarını kullanma, sosyal güvenlik, kültürel haklarını koruma, anadillerini konuşma, anadilde eğitim alma, kanunlar önünde eşit haklara sahip olma, en alt kademeden en üst kademe olan cumhurbaşkanlığına kadar devlet bürokrasisinde vazife edinme, çocuklarına Kürtçe isim koyma gibi insânî haklarda Kürtler ve varsa eğer kendini etnik unsur olarak tanımlayan diğer bütün unsurlarla Türkler eşittir, hiç birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur, ne Acem’in Arap’a, ne de Arap’ın Acem’e bir üstünlüğü yoktur ve tabii mü’minler bir tarağın dişleri gibidirler, âmennâ ve saddaknâ...
Ayrıca, bahse konu eşitlik, bedel öderken de bir lûtuf değil, vazifedir. Bu bedelin vergi, fatura veya kan olarak ödenmesi o bedeli vazife olmaktan çıkarmaz ve ödenen bu bedelin karşılığı ise yalnızca ve yalnızca devletin şefkati, adâleti ve hizmetleridir...
Bir yıldır yoğunlaştırılarak Türkiye’de dayatılan bir algınının toplum mühendisliğini yapanların, iktidardan başlamak üzere, başta medya, sözüm ona bâzı STK’lar, milliyetçi sıfatını hiç hicap etmeden zührevi hastalık vesikası gibi pazarlayan profesörler, liberal yumuşakçalar ve bu kadronun en mide bulandırıcı ekibi olarak Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti ile şuur altlarında besledikleri kinlerini kusmak için fırsat yakalayan ‘İslâmcılar’ın, ‘psikolojik harp’ tekniklerinin tamamın kullanarak toplum zihninde oluşturmaya çalıştığı ahlâksız ve haince anahtar kavramları, ‘barış’, ‘çözüm’ ve ‘Kürtlerle Türklerin eşitliği’ kavramlarıdır.
Savaşı henüz yapılmamış bir ‘barış’, talepleri ve talep etme metotları açısından ahlâksızca ve haince ve on binlerce şehidin kanıyla dillendirilen sorunların aslında savaş gerektirmeyen ‘çözüm’ü ve tabii akıllara sezâ bir şekilde sinsice ambalajlanarak devleti kapsayan, hatta devleti kuşatan ve hatta son aylarda devleti esir alan bir Türk-Kürt eşitliği tuzağı...
Yazımızın başında bahsettiğimiz eşitliğe bin yıldır riâyet eden aziz Türk milletinin ağır bedeller ödeyerek sahip olduğu vatanı Türkiye’yi hiç ama hiçbir gerekçe ile ‘kurucu millet’ sıfatıyla ne Kürtlerle ne de varsa eğer kendini etnik unsur olarak tanımlayan bir başka unsurla paylaşmasının mümkünâtı yoktur. “Çanakkale’de biz de öldük...” diyerek denize işeyip “deniz benim” diyenlerin şeytanlığıdır bu, bunu diyenler ‘şeytanın ta kendileri’dir, bunu diyenlere alkış tutanlar da ‘şeytanın yamakları’dır.
Bin yıl bu topraklarda hüküm sürmüş, bir medeniyet oluşturmuş, insanlığa binlerce yıllık yazılı kültür medeniyeti sunmuş, şehirleri mâmur kılmış, Batı’nın yakarak hayatına son verdiği akıl hastalarını su sesi ile tedavi eden şifâhâneler kurmuş, vakıf geleneğini din ve millet ayrımı yapmaksızın insanlığın hizmetine sunmuş, pek çok milleti, dini, mezhebi, kültürü barış ve adalet içinde bir arada yönetmiş bir büyük millet olan Türk milletiyle Kürtlerin medeniyet ve devlet telâkkîleri açısından eşitliğinden bahsetmek tam anlamıyla bir hamâkat algısıdır. İnsanlığa bir tek çeşme bile bırakmamış bir toplumun, üç kıtayı binlerce sanatçısı, binlerce âlimi, binlerce devlet adamı ile mâmur kılmış bir milletle devlet hukuku zemininde eşitlenmesi kibar tanımıyla bir hâmakat algısıdır veya ihanetin kılıfıdır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti binlerce yıllık Türk devlet geleneğinin devamı ve vatandır ve Türkler tarafından bedeli ödenerek kurulmuştur, ancak Türklerden daha fazla bedel ödeyebilecek olanların hak iddia edebilecekleri bir vatandır.
Türklerin düşmanlarının sırtında ne bir kılıç yarası vardır ne de bir kurşun yarası, Türkler tarihleri boyunca ihanet etmemişlerdir, lakin ihaneti de affetmemişlerdir.
Tarih bunun örnekleriyle lebâ leb doludur, ibret almak isteyene...