Bir Franck Capra olabilir misin onu söyle
Yıl 1942... ABD Başkanı Franklin Roosevelt, John Ford, Franck Capra gibi devrin ünlü yönetmenlerini ağırlıyor Beyaz Saray’da... İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında mevzuları Amerikan sinemasının geleceği değil tabii. Hollywood’a, halkını “savaşa girmenin gerekliliğine” ikna filmleri sipariş ediyor Amerikan devleti.
***
Motor...
Ve süper kahramanlar doğuyor birer birer beyaz perdede...
Her biri “ölmemek için öldüren” hümanist savaşçılar! Kaslılar, güçlüler, büyükler, yok ediciler ama sırf “kötüler” onları buna mecbur ettiğinden böyleler!
Oskarlı senaryolara taş çıkartan Pearl Harbour’un etinden, sütünden, kanından, toplum psikolojisine etkisinden öyle yararlanıyor ki mahir sinemacılar; Japon şehirlerine yağdırılan atom bombalarını “müstahak” görüyor Amerikalılar...
Hollywood onlara “ortak düşmanı” ve “düşmana acımamayı” öğretiyor!
***
Yakışıklı aktör(!) John Wayne, 1965 yılında Amerikan Başkanı Johnson’a yazdığı mektupta “ABD’nin Vietnam işgalindeki haklılığını halka anlatmanın öneminden” bahsediyor ve hemen akabinde “Dünya üzerindeki en sert savaşan güç olmak zorundaydılar” diye tanıtılan “Yeşil Bereliler”in filmi çekiliyor.
Vietnam’a 6 milyon ton bomba atan caniler kahramanlaştırılıyor; hatta pişkinliğin dozu kaçırılıp mağdur edebiyatına başvuruluyor; savaş filmlerinin yerini savaştan sonrasını anlatan “insani yönü” kuvvetli ajitasyon şaheserleri alıyor. Parçalanmış aileler, gaziler, ruhsal problemler, kavuşamayan eski sevgililer; hepsi Vietnamlılar yüzünden!
***
Soğuk Savaş döneminde bu kez “Kızıl Ordu”nun Amerika’yı işgal planlarını çökertmeye kafa yoruyor Amerikan sineması.
Kamboçya, Küba, Rusya, Şili, Afganistan, Irak, Bosna hatta bazen kendi ülkesinde bir Çin Mahallesi, bir Kızılderili kasabası... “Set” değişse de “ana fikir” aynı kalıyor;
Beyaz adam (ve elbette beyazlaştırılmış siyah adamlar) yani ABD haklı savaşını veriyor!
Sadece devletlerle de değil bazen doğayla (kasırga, deprem, tufan), bazen teknolojiyle, bazen bilimle (geliştirilen bir virüs mesela, robotlar) hatta bazen de uzaylılarla savaşıyor ABD... Hepsinde ülkesini istila edecek güce karşı halkıyla elele!
***
Nitekim..
Yıl 2001...
“Ben yeni Pearl Harbour’um” diye bağıran 11 Eylül vakasından hemen sonra Walt Disney, Universal, Warner Bros gibi ünlü şirketleri buluşturan MPAA (Motion Picture Association of America) Başkanı Jack Valenti ve Fox News, Newsweek ve Wall Street Journal gibi medya kuruluşlarına politik danışmanlık yapan Karl Roove’un da katıldığı başka bir Hollywood toplantısı yapılıyor. Amerikan devleti “yeni düşman”la mücadelede konusundaki beklentilerini aktarıyor sinemacılara. Tam da o günlerde John Travolta’nın teröristlerle “onların anlayacağı dilden” konuştuğu filmi Kod Adı Kılıçbalığı giriyor vizyona!
***
Sadece Amerikan politikalarını meşrulaştırmak değil bir önemli işleve daha sahip Amerikan sineması... Sektör aynı zamanda bir “milli eğitim akademisi”; hani şu bizim hızla terk ettiğimiz “milli eğitim” politikaları var ya, hıh işte onların en önemli uygulama merkezi.
Yazıyı okuduktan sonra izleyeceğiniz ilk Amerikan filminde sayın mesela, bakalım kaç kere gözükecek Amerikan bayrağı ekranda? Bir beyzbol oyuncusunun formasında, bir “pon pon kız”ın tişörtünde, bir çocuk odasının duvarında, bir adliye binasında, Amerikan toplumunun günlük hayatının her alanında nasıl gösterecek kendini “ben burdayım” diye!
Sonra bakın bakalım kaç film Amerika’nın varlığını simgeleyen Özgürlük Heykeli’yle başlayacak; devletimizin kuruluşunu kutladığımız Cumhuriyet Bayramları’ndan vazgeçmeye yeltendiğimiz şu günlerde hele, mutlaka dikkat edin bu ayrıntıya...
Kaç filmde Beyaz Saray görüntüsü vardır acaba! Ben hiç üç sahnede bir panoramik bir TBMM görünümüne rastlamadım Türk filmlerinde!
İşin püf noktalarından biri bu belki de; “Türk filmi” mi yapılıyor bu ülkede “Türkiye filmi” mi; adamlar Amerika değil Amerikan filmi yapıyor da oradan aklıma geldi!
Film mekanlarında dekor olarak kullanılan unsurlara bakın, eski Amerikan Başkanlarının fotoğrafları illa çıkar karşınıza, elalem olmayan “ata”sının kültünü yaratmaya çalışıyor, bizimkiler “Ata”sını silmeye uğraşıyor!
Herhangi bir Amerikan filmindeki “kartal” kadar bizim sinemacılar da “bozkurt” kullansa filmlerinde; oynatabilecekleri salon bulabilirler mi ben ondan bile şüpheliyim mesela...
***
Dün yönetmenin biri ezan sesinin Türk filmlerine yansıtılmayışından yakınmış ve “Yabancılar gelse ilk iş sabah ezanını çekerler bu ülkede” demiş ya, oradan geldi bunlar aklıma...
Evet o “yabancılar” kendi ülkelerinde de “kilise”siz, “haç”sız, “İncil”siz film çekmiyorlar ama “iktidara yaranmak” olmuyor bu tavrın arka planında... O yönetmen gibi “eh hadi biraz da yerellik katalım” demiyor Amerikan sinema endüstirsi; “millilik” onların derdi.
Siz hiç toplumu “farklılıklarıyla zenginleşmeye” sevk eden bir Amerikan filmi izlediniz mi?
Onların hizmet ettiği “aynı bayrak altında beraber yaşama” ideali!
Ve “vesayet, dayatma” filan değil de “rüya” koymuşlar bunun ismini; Amerikan rüyası!
Sinemayı yerelleştirmekten bahseden o yönetmenin, acaba böyle bir “Türk rüyası” var mı?
Yeni Anayasa’nın yeşil çizgisi
Başbakan Erdoğan geçen hafta sonu partisinin Adana İl Kongresi’nde kırmızı çizgi sayısını bir artırarak şöyle dedi: “Bizim 4 ana kırmızı çizgimiz var, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek din” ...
Tek din vurgusu laikliğe veda edildiğini gösterdiği gibi Başbakan’ın demokrasi ve özgürlük anlayışının sınırlarını da çiziyor. Başbakan bu kırmızı çizgileri nasıl hayata geçirecek...
Onun formülü de belli oldu... Önce Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ konuştu: “Denetimin en etkin yapılmasına izin veren sistem, başkanlık sistemidir...”
Başbakan, bir gazetecinin Bozdağ’ın sözlerinin hatırlatması üzerine şöyle dedi: “Yeni anayasa çalışmalarında yazım süreci başladı. Bu süreç içinde tartışılabilir... Tartışmaların sonucunda parlamento şu sisteme de geçebiliriz diyorsa. Bizim söyleyecek bir şeyimiz kalmaz.”
Başbakan böylece “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim, ancak arkadaşlar ısrar ederse demokrasi icabı kabul ederim!” demekte.
Yeni Anayasa’nın yeşil çizgisi belli oldu...
“Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet...”
Buna bir de “Tek parti, tek lider” güzelliğini ekleyelim.... Çifte kaymaklı ekmek kadayıfı olsun...
Demokrat ve liberal aydınlarımız neşe dolsun...
Melih Aşık / Milliyet
Başkanlık modeli bölünmeyi getirir
İktidar havlucusu arkadaşlar şimdi diyecekler ki, “ABD’de Başkanlık sistemi uygulanıyor. En demokratik ülke ABD değil mi?”
Hayır; değil...
Ayrıca ABD’yle Türkiye’nin “devlet örgütlenmesi” farklı...
ABD eyaletlerden oluşuyor, biz üniter bir devletiz... “Canım, sorun o olsun... Böleriz ülkeyi eyaletlere” mi diyorsunuz?
Bölemezsiniz...
Bölerseniz, kaça böleceğinizi bile bilemezsiniz!
Her bölünmeden sonra, yeni bölünme taleplerini engelleyemezsiniz... Diyelim ki, yeni anayasayı buna göre yaptınız ve ülkeyi eyaletlere böldünüz:
O zaman geride “başkan bey”in yöneteceği bir “bütün kalmaz” zaten...
(...)
Çağdaş demokrasilerde “lidere göre sistem” değiştirilmez... “Sisteme göre lider çıkartılır...”
Umarım AKP, bu konuda çok ısrarcı olmaz...
Olursa... Görünen köy açık:
Ya bölünme ya da resmileşmiş diktatörlük!
Gerisi... Koca bir yalan!
Mustafa Mutlu / Vatan
Zerre kadar haysiyetin yok mu
Nazlı Ilıcak, utanmadan ve sıkılmadan “özeleştiriden” bahsediyor.
Hangi Nazlı Ilıcak?
12 Mart ve 12 Eylül darbelerini alkışlayan, 28 Şubat’ta ise yanlış ata oynadığı için askere karşı duran Nazlı Ilıcak! Bugüne dek de yazdıklarından zerre kadar pişman olmamış Nazlı Ilıcak! (...) Alemi salak sanıyor. Milleti balık hafızalı zannediyor. Pes be Nazlı Ilıcak! Zerre kadar haysiyetin yok mu!
Cüneyt Ülsever / Yurt
Halkımız kalkınıyor...
Herkesi muhalif görmek... Herkesi hain ilan etmek... Herkesi düşman saymak...
Her farklı duruşu ezmeye çalışmak... Her karşı çıkana “Ergenekoncu” damgası vurmak...
Her slogan atanı anarşist bellemek... Her genci terörist görmek...
AKP yüzde 50’nin şımarıklığıyla pervasızlaştıkça; düşman ilan eden bir psikoloji toplumun bir kesimine egemen oldu!
(...)
Dünyanın neresinde gençlikten sorumlu bir bakanı protesto eden gençler, özel güvenlik denilen bir gürula onlara destek veren polisler tarafından acımasızca dövülebilir ki!
Mehmet Faraç / Aydınlık
Lozan’a aykırı
“DÖRT tane kırmızı çizgimiz var. Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek din” .
Cumhuriyet Tarihinde ilk kez bir Başbakan, Tayyip Erdoğan, böyle bir cümle söylüyor. İlk kez bir Başbakan İslam dışında bir başka dini kırmızı çizgi ilan ediyor, yani kabul etmiyor.
Etmiyor ama, Lozan Anlaşması’nın 37 ile 44. maddeleri arasındaki sekiz maddenin ortak başlığı “Azınlıkların Korunması” .
Kısaca, her Müslüman Türk yurttaşı hangi kamu haklarına sahipse, hangi dinden olursa olsun, Müslüman olmayan her Türk yurttaşı da, aynı haklara sahip. Lozan Anlaşması 37. maddesinde temel ilkeyi vurguluyor:
“Bu maddelerde belirtilen hükümler temel yasa niteliğindedir ve hiç bir yasa, yönetmelik ve resmi işlem bu hükümlere aykırı olamaz”.
Yalçın Doğan / Hürriyet
Üç “Fener”ler davası Görmüyorsan körsün
Fener...
Birinci Fener:
Deniz Feneri davasına bakacak mahkeme bulunamadı...
İyi mi?.. Sordular, sual ettiler...
Arayıp tarayıp hangi hâkime gittilerse “Bakacak olsam bakmam mı” yanıtını aldılar... Deniz Feneri davası, o sırada “örgütlü suç” olmaktan da çıktı... Geriye kaldı “dava” olmaktan çıkması...
*
İkinci Fener:
Deniz Feneri davasına bakmaya kalkan, dosyayı açmaya yeltenen üç savcı ise görevden alındı... Bir başka “Deniz Feneri davası” başladı...
Bu; savcılar için...
Hemen mahkeme bulundu...
Davanın sanıkları değil, savcıları yargılanıyor yani...
Dünyada bir ilk... Şimdi sıkı durun:
Deniz Feneri davasının yandaş sanıklarına mahkeme bulunabilseydi... Bulunan mahkeme sanıkları suçlu bulsaydı... İstenen ceza 8.5 yıl hapis idi...
Davaya bakmaya kalkan savcılar hakkında istenen ceza ise: 11.5 yıl...
*
Üçüncü Fener:
Şike davasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, yurtdışına kaçmasın diye, neredeyse bir yıldır içeride tutuklu...
İstenen ceza 49-132 yıl...
Üç kez dünyaya gelse, üçüncü gelişinde ancak hapisten çıkıyor...
Suçu; örgütlü şike...
Ama PFDK, önceki gece “maçlarda şike olmadığı” kararını açıkladı...
PFDK dediğiniz kanunla kurulmuş “bilirkişi” bir bakıma...
Apartman yönetimi değil...
Ne var ki bu bir şike davası değildi zaten... Bunun; dinden imandan sonra sporu da rant görme meselesi olduğunu bilmeyen mi var?.. Yoksa “şike”si gidince “davası” mı kalır?..
*
Eh... Bu kadar fener varken Türkiye’nin ne halde olduğunu... Nasıl tuzaklar ve oyunlarla ülkenin sürüklendiğini görmüyorsan... Körsün...
Ne yapabiliriz ki?..
Bekir Coşkun / Cumhuriyet