Bir bez parçası değildi, ama başka türlü de davranmadılar...
Bir zamanlar üniversite kapıları önünde her sabah içtimâ olan başörtülü gençlerin tutunabilme mücâdelesi yansıyordu bu ülkenin evlerine, ana haber bültenlerinden. Tarihe/tarihçilere her gün ayrı bir direniş fotoğrafı bırakıyorlardı inatla...
Gencecik yaşlarının gülgûn baharlarının sefâlarını sürerken, beklenmedik yağmurlara tutuluyordu başörtülü kızlarımız, yağmurlara tutuluyorlardı, ama memûriyetlerinin farkındaydılar, hamdetmeğe memurdular ve hamdediyorlardı...
“Neden biz?” ve “Neden şimdi?” demiyorlardı...
En derininden acılara gebe bir imtihana, denizlerin dibini dalgalandıracak, onlara, onları gösterecek türden bir imtihana tutulmuşlardı...
Haksızlıklara içerlediler, aşağılanmaya, parmakla gösterilmeğe öfkelendiler, uzun uzun konuştular, ağladılar uzun uzun...
Hepsi destanlık sandıkları çapta acılarına, hayallerine, emeklerinin ve onlardan beklenenlerin oluşturduğu büyük boşluklara gömüldüler...
Yığın yığın yürüyüp kafalarını saydırdılar, dualara güzergâh, tevekküle saat tâyin ettiler...
Bütün seçkinliklerini, biricikliklerini soyunup kalabalıklara karıştılar, köşe bucak sakladıkları omuzlarını haklı mücâdelelerinin karanlık kuytularında birbirlerine verdiler...
Sert adımlarıyla saçtıkları zînetlerini kurtların inmeğe tenezzül etmedikleri sokaklarda kuşlara yem ettiler...
Evlerinin mahremiyetinden boşanmış bedenleri, demokrasi âbideleri kesildi meydanlarda...
Renkli kartonlarda karikatürleri, esprili dövizleri, bir ağızdan söyledikleri şarkıları, sloganları da oldu. Halay çekememekten doğan eksiklerini doğaçlama tiyatrolarla telâfi ettiler. Eylem meydanlarında eğlenmeğe oturdular...
İşitenlerin gözlerini yaşartan hikâyeleriyle gündemde kalmayı başardılar, birbirinden trajik “çözümler” doğurdular, peruklar taktılar, peruklu fotoğraflar çektirdiler.
Sonra, kehribar tespihleri koptu, birbirinden basit işe yaramaz boncuklar gibi dağıldılar, arkalarında sırlı örtülerinin nimetlerinden bereketli bir şey bırakamadan kayboldular...
***
Onlar yavaş yavaş ve türlü acılarla kaybolurlarken, onların naif omuzları üzerinden yükselen bir silûet beliriyordu ülkede...
Onların inandıklarının, onların acılarının, onların hayallerinin, onların lûgatinin, onların dualarının, onların güzergâhlarının, onların istikballerinin, onların kalabalıklıklarının, onların mağduriyetlerinin, onların mazlumluklarının, onların haklılıklarının, onların samimiyetlerinin, onların kaybettiklerinin üzerinde yükselen bir silûetti bu...
Silûet git gide tecesüm etti, git gide bir vücûda büründü, git gide büyüdü, büyüdü...
Rabelais’in Gargantua’sı gibi beslendi, semirdi...
O büyüdükçe, onun gözündeki her şey küçüldü...
O büyüdükçe ne Fırat’ın kenarındaki koyunun, ne iki lokma bir hırkanın, ne komşusu açken tok yatanın, ne işin ehline verilmesinin, ne beytü’l malın, ne kul hakkının, ne haksızlık karşısında susan dilin, ne adâletin, ne hürriyetin, ne eşitliğin, ne istiklâlin bir kıymet-i harbiyesi kaldı!..
Değerler tayfımızda her ne var ise, seçimlerin, sandığın, kamuoyu yoklamalarının bir verisi olmaktan öte anlamı kalmadı...
Değerler tayfımızda her ne var ise, lüzûmu hâlinde çekilen bir imdat koluna dönüştü...
Değerler tayfımızda her ne var ise, kriz zamanları piyasaya sürülen zulalara büründürüldü...
Değer tayfımızda her ne var ise, şapkanın içinde saklanan sürpriz tavşan oldu...
Değerler tayfımızda her ne var ise, Ali Cengiz oyununun hamleleri hâline geldi...
Değerler tayfımızda her ne var ise, pey olarak pazarlık masalarına sürüldü...
Değerler tayfımızda her ne var ise, bayağılaştı...
***
Ve...
31 Ekim 2013 Perşembe günü başörtülü AKP milletvekîleleri TBMM salonuna teşrif ettiler...
Telefonların kameraları yöneldi kendilerine, onlar pozlar verdiler gururla, başörtüleriyle fotoğrafları çekildi.. çekildi.. çekildi...
Aslında bir metrekare bez parçası değildi örtündükleri, ama başka bir şeymiş gibi de davranmadılar...
Aslında peşkeş çekmek için birikmezdi beytü’l malda hiçbir şey, ama başka bir şeymiş gibi de davranmadılar...
Aslında yanağını yasladığı hasırın izi yüzüne çıktığında üzülen sahâbeye, “Benim dünya ile ne işim olabilir” diyen Peygamberin ümmeti olmak, Karun gibi olmaktan men ederdi onları, ama Karun’dan başka bir şeymiş gibi de davranmadılar...
Ve...
Aslında iktidar olmanın bir aracı değildi “İnandık” dedikleri İslâm, ama başka bir şeymiş gibi de davranmadılar...