Benzemez kimse sana...
Ne çok şey götürmüş bizden 12 Eylül... Kültür... Sanat dünyamızdan başlayarak sosyal ilişkilerimizi tahrip etmiş de farkına varmakta geç kalmışız. Fikirlerin üstünlüğünden çok, karşıtlığından beslendiğimizi şimdi kaç fikir namusu sahibi itiraf eder bilmem. Ama düşünce dünyamızı zenginleştirmenin yolu, öz eleştiri ve sosyal sorgulamadan geçiyor. Bunu gerçekleştirebilenin kompleksi de olmaz. Söylenecek sözü olanın sloganların arkasına sığınması mümkün değil. Nedir o “eski komünist tüfek” ya da “darbenin kılıç artığı faşist” yakıştırmaları... Ellerin kalem değil silah tuttuğu dönemin doğmalarında heder olup gitmek bu ülkenin en idealist nesillerine yakışır mı?
Dünyaya hükmeden bir imparatorluktan, Anadolu coğrafyası bakiyesine sığınan milletin ortak paydası bağımsızlık değil miydi? Fikir ayrılıklarına rağmen ortak bir yurt, üzerinde vatan diye yaşayabilecekleri bir devlet oluşturma ortak ülküleriydi. İnançları, yöntemleri farklı da olsa sömürüye baş kaldırmada aynı safta vuruşan o insanları birbirlerinden ayırma girişimi bu topraklarda fazla tutmadı. Tutmayacağını hesaplayanlar yanıldı hepsi o kadar.
Aklını, iradesini bir başkasına emanet etmeyen her birey gibi hep beraber yaşamalıyız. Moda deyimi ile “mahalle baskısı” doğmanın da, ön yargının ve iradeyi teslim etmenin ta kendisi olduğuna göre sıyrılmalıydık. Sıyrıldık da çok şükür. Karşıtlığımızdaki eksikliklerimizi fark ettirdi uzak duruşlarımız. Sağın Batı’daki gelişmelere tabu gözüyle bakışı arasında solun milli ve manevi değerlere rezerv koyuşu arasında incir çekirdeğini doldurmayacak nüans vardı ki ikisi de kaybetti.
Kim bilir “şeytan ayrıntıda gizlidir”e inanıp mesafe alamadı her iki taraf. Oysa ayrıntıyı yaratan şeytanın (bana göre sömürgecilerin) ta kendisiydi. Bütün bunları kurgulayanlar bu toprakların kir tutmayan insanlarının hislerini ucuza satın alabileceğini sanıp bir kere daha yanıldılar. O insanların bireysel temaslarıyla inşa edebilecek sağlam ve yıkılmaz köprülerin inşa edilebileceğini de hesaplayamadılar. Pir Sultan nefesinin, Karacaoğlan deyişinin, Avşar ağıdının, bağlama tezenesi, zurna çığlığı, kemençe tınısı, bozlak haykırışının kemana, senfoniye yansıyabileceğini o seslerin “Korkma” diye başlayan İstiklal Marşı’nda buluşabileceğinin gizemini çözemeyenler bizim bir araya gelişimizi sağladı. Cumhuriyet mitingleri ile enerjimizi paratoner gibi toprağa aktarıp boşaltacağını sananların tezgahı ayaklarına dolaştı. Ve bizi Silivri’de zalimliğe karşı direnişte yeniden buluşturdular. Yüzlerce yıl haç ile hilal arasındaki mücadeleyi empoze edenlerin asıl amacı binlerce yıllık ay ile yıldızı ayırmak olduğunu “kumpas” davalarında öğrendik. Son on yıl başımıza karabasan gibi çöken tezgahın hâlâ farkına varmayanlar “peygamber ocağı” mensuplarının cami bombalayacağını, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramları içselleştiremeyenlerin darbe yöntemine başvuracağını iddia ettikçe kitleler afyonlaşmış gibi inandı ve aramıza aşılmaz duvarlar ördülerse de yıkılıyor... Bu ülkenin insanlarının “cevher-i aslisi” ni unutturmak, asaletini yok etmek için genetik şifrelerimizin çalınışını af etmek mümkün değil. Bu tahribatın tamir edilmesi, enkazın kaldırılma sürece öylesine ağır ki... Bilmem “hukuki süreç devam ediyor” bahanesinin ardında bocalayanlar bin yıllık kardeşliğimizin yeniden tesisinde ne kadar samimi? Bu seçim süreci bunu kanıtlayabilmenin de platformunu oluşturacak. Sevgili Arslan Bulut ve merhum Necdet Sevinç’in büyük şair Atilla İlhan ile başlattıkları “Türkçü Devrimci Dayanışması” keşke 90’larda böyle kadük kalmasaydı. Merhum Rauf Denktaş ve Mehmet Gül’ün Ermeni diasporasının tezgâhını bozmak için oluşturdukları “Talat Paşa Komitesi” tek taraflı görünmekte olan inisiyatifine terk edilmeseydi.
Halen “çıkış yolu” var... Yarın “Çıkış”ı yazalım. Cumhuriyetin divası Müzeyyen Senar’ın dilimize pelesenk olan şarkısının adı, “Benzemez kimse sana” değil mi? Benzemez binlerce parçadan oluşturulan tabloların duvarlarımızı süslediğini biliyoruz. Yarına kadar hoşça kalın.