Benimki uyan borusu zurnayı başkası çalsın
İçinizde sözler biriktirirsiniz bazen, zamansızdır; sussanız gönlünüz razı gelmez, söyleseniz tesiri olmaz. Bazen de tam yerine rast gelir; söz akar, ulaştığı algı yataklarında anlamını bulur. Yeri gelmişken öğrenmek, anlamak, uzun uzun dinlemek istediğim, istediğimiz, istedikleriniz, içimizdeki ukdeler olarak birikmesin dedik. Kapısını çaldığımız kişi de ’vaktidir’ derse; okumalara doyulmaz hikayeler keşfederiz ümidiyle düştük yola. İtiraf edeyim, ilk konuğumuz bir çırpıda “vaktidir gelin de içimi dökeyim” demedi. Kalemiyle konuştuğundan, röportaja kapalıydı kapısı.
’Siz o kapıdan içeri nasıl sızdınız?’ derseniz; Necati Doğru’yu, üzerinden sansasyon yaratılacak bir isim olarak görmedik. O istifasını ilan etmeden, biz zaten ona, Başbakan’ın medya patronlarına talimat vermesi, Bülent Arınç’ın tükürüğü, halkın vergilerinden yağcılık maaşı tırtıklayan yazarlara bakıp, ’Yeri gelmişken, ne oluyor bu gazetecilik mesleğine?’ diye soracaktık.
Maksadımızın “Fiştekleyip eski patrona sövdürmek” olmadığı anlaşılınca, ‘vaktidir’dedi, “Gazetecilik konuşalım...”
Modaya uyup da itirafname yazmayacağını, “Vatan şöyle kötüydü. Aydın Doğan böyle beterdi. Zafer Mutlu’dan neler çektim...” demeyeceğini biliyorduk. Dakika bir, ders bir; daha telefonda “Onlar şeytan ben melek dememi beklemeyin...” dedi.
Adres doğru.“Etik” filtresi tıkanmamış bir gazeteci duruyor karşımızda.
“Sultanahmet’e gelir misiniz?” diye sordu. Şahane. Depremle, yangınla, istilayla, yağmayla, iktidar mücadelesiyle yıkılıp yıkılıp, yerinde, yeniden anıtlaşmış tarihi alanda, mesleğindeki her yağmadan, kalemine karşı girişilen iktidar mücadelesinden sonra gemileri yakıp yakıp, el yapımı salında gerçeklere demir atan... Ve aynı bu meydan gibi, her seferinde, okurun zihnine attığı temeli daha da sağlamlaştıran bir yazarla konuşmak için tam yerine geldik!
İlk müdahale değildi
“Dedikodu yok” diye söz verdik ama, ayrılık hikayesini dinlemeden de olmaz.
’Yolsuzlukla mücadele ediyorsak, İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyor diye de sormalıyız’ dediği yazısı gazeteye konmayınca, amiyane tabirle basmış istifayı. Tek “yeni” ayrıntı, bu ilk müdahale değilmiş. “Daha önce de küçük küçük müdahaleler oldu, bunlar da yazarlık çizgimin önünde tamponlar oluşturdu” dedi.
Ama çamur atmıyor. Bir kere “bizim gazete” diyor hala. 6 yıllık alışkanlık. Ve ekliyor: “Vatan iyi bir gazete.”
“Eee o zaman?”mı diyorsunuz. Sabredin biraz, bu cümlenin de bir ’fakat’ı var elbet: “Fakat ne zaman ki, iktidar partisi gazetenin sahibinin üzerine, vergi nedeniyle yüklenmeye başladı, gazete satılma sürecine girdi, yazı işlerinde küçük küçük müdahaleler başladı.”
Gazete yapmayı bir orkestrayı yönetmeye benzetiyor Necati Doğru. Gazetenin orkestra şefi olan Genel Yayın Müdürü’nün veya gazete sahibinin (gazetecilikten anlıyorsa diye parantez açmayı ihmal etmiyor) kimin, ne zaman, hangi sesi çıkaracağına karar verme hakkının olduğuna inanıyor. Burada da bir ’fakat’ var: “Necati Doğru diye bir çalgıcı var diyelim. Ne çalıyor biliyorsun. Sadece ’uyan borusu’ çalıyor; ’Hortumlama yaptırmayın. Hazinenin malını mülkünü yedirmeyin. İşçiyi ezdirmeyin. Yoksulun hakkını çiğnetmeyin. Acı çekenin acısını acı çekmeyene duyurun. Laiklikten vazgeçmeyin. Bölünmez bütünlükten vazgeçmeyin. Emperyalizme dikkat edin...’ Beni ’uyan borusu çal’ diye almışsın, birden diyorsun ki ’zurna çal’. Ben zurna çalamam. Onu çalanlar var. Ötekileştirmiyorum. Ama ben donanımımı, ideallerimi, misyonumu zurna çalmak üzerine kurmamışım.”
Misyonu belirleyen okurdur
“Misyon” mevzuunda yüzünü ekşitiyor biraz. “Şunu vitrine, şunu kapının önüne koy” diyen Başbakan, bu aralar pek meraklı ya basının “misyon şefi” olmaya. “Olamaz” diyor; “Bunun kararını, sen eğer önüne gidip “Bana rafineri izni ver” demezsen” başbakan veremez. Bu kararı verecek olan gazetenin patronu da değildir. Yayın müdürü de değildir.”
- Eeee kimdir o zaman?
- Yazarlar ve muhabirlerle yazılı olmayan sosyal bir mukavele imzalamış olan okurlardır...
- Yazar mukavelesini patronla yapmıyor mu?
- O maaş mukavelesi. Yazar okurla yaptığı sosyal mukavelenin üzerine şüphe, kir düşmesin diye, patronla yaptığı maaş mukavelesini bozabilir. Çünkü okur yazara, “Sen, ey yazar; eğilmeden, bükülmeden, saklamadan, gizlemeden gerçekleri yazacaksın. Ben seni, bana bunun sözünü verdiğin için okuyorum” diyor. Yazar da, “Ey okur, sana gerçekleri yazacağım” diyor. Bende böyle oldu. Öğretmenlikten atılmış patates soğan haberleri yazan bir muhabirdim. Hayat ve okur yavaş yavaş bir misyon yükledi. Yazdıkça test etti. Ve “Şunu da yaz, bunu da yaz, doğruları yaz, sadece doğruları yaz, yoksuldan yana yaz, haksıza karşı haddini bildirecek yazıları yaz” dedi ve bir sosyal mukavele imzaladım ben. Gazetecilikten anlayan gazete sahibi ile yayın müdürünün bunu bilmesi gerekir. Yazar keyfi için yazmaz. Kullandığım kelime, kurduğum cümle, yazdığım yazı okurumla yaptığım mukavaleye uyuyor mu, uymuyor mu diye geçirir filtresinden.
Basının gücü, gücün basını oldu
Okuruna verdiği ’gerçekleri yazacağım’ sözüne sadık kaldığı için mi geliyor bunlar Doğru’nun başına?
Anlatıyor: Gazetelerin bağımsızlığı gittiği için geliyor. Patronlar, gazetelerini diğer sektörlerdeki yatırımlarının gelişmesi için levye olarak kullanmaya çalışıyor. Genel Yayın Müdürlerini de bu işlerin takipçisi gibi kullanıyor. Gazeteler o kadar kötü yönetilmeye başlandı ki basının gücü gücün basınına dönüştürüldü.
Tiyatro oynarsan okuyucu sana zort çeker
Güngör Mengi, Mustafa Mutlu, Genel Yayın Yönetmeni İsmail Yuvacan, Atilla Güner, Vatan’dan başka arkadaşları arayıp “Bizi bırakma” demişler. “Hepsine teşekkür ediyorum. Ama onlara da söyledim, artık geri dönemem!” diyor.
- Neden?
- İlan ettim. “Ey okur ben ayrıldım” dedim. Dönersem terbiyesizlik olur.
İlan etmeseydi farklı olur muydu?
Kaşları çatılıyor: “Öyle bir hesap yapsam gider miyim yani... Okur diyecek ki siz benimle tiyatro mu oynuyorsunuz.”
İşte sohbetin en öğretici anlarından biri, elini yumruk yapıp ağzına götürüyor: “Tiyatro oynayan adam durumuna düşersen, Adana deyimiyle okur sana zort çeker... Kaleminin halktan, doğrulardan kopmaya başladığını hissettiğin anda kıracaksın. Ben her gazetede bunu yaptım. Bunu yapmaktan da mutluyum. Maaşımı kaybediyorum ama sonunda ben kazanıyorum. Sabah’tan sonra iki yıl işsiz kaldım ama sonra Vatan’da 6 yıl gayet güzel yazılar yazdım”.
Zor olmayacak mı peki?
Gazeteci ayağını yorganına göre uzatır, bir ibiş yazı yazdı diye birden bire burjuvalaşıp, katlar, metresler, lüks arabalarla ne oldum delisi olmazsa, olmazmış...
Peki yok mu öyleleri... En çok onlara kızıyor: “Genel Yayın Müdürleri şarap yazısı yazıyor. TÜSİAD’ın başkanıyla, MÜSİAD’ın başkanıyla oturuyor. Ekonomi servisi şefleri ’filan gün, filan oda başkanıyla yemek yedik. Konuşurken aklına şu fıkra geldi’ diye yazıyor. Sen ekonomi servisi şefisin adam bir fabrikanın sahibi. Sen onunla nasıl dost olabiliyorsun...”
Fıkra konusunda hemfikiriz: “Esasen
fıkralık hale gelen sensin. Geçmişin belli. Yıllık cirosu 10 milyon dolar veya 1 milyar dolar olan Boyner’le, Eczacıbaşı’yla nereden ahbap oluyorsun. Ben ekonomi sayfalarını projelendiren adamım. Ben de olamam.”