Benim tatlı faşizmim!
Demokratlar demokratı Osman Can, 12 Eylül faşizminin en önemli kurumlarından olan YÖK’ün şahsına mahsus tahsis ettiği kadro ile atanmayı hazmediyor ve görevine başlıyor...
Önce Okyanus Ötesi’nden şahane bir saptama (okyanus ötesi zannettiğiniz Okyanus Ötesi değil). Okur şöyle yazıyor:
“Osman Can referandum öncesinde ’Bu Anayasa darbe anayasasıdır, değişmesi gerek’ diye TV’lerde kendini gösteriyordu. Simdi ise Evren’in 80 Darbe Anayasası’nın ürünü YÖK tarafından direkt olarak İÜ Hukuk Fakültesi’ne atandı... Darbe (Evren) Anayasası’nın ürünü YÖK tarafından kadro elde etti.”
Okur Osman Can’ın Kenan Evren’e borçlandığını da söylüyor.
Yalçın Bayer bunun böyle olacağını “Şeker Çocuk” başlığı altında daha 26 Ağustos 2010’da yazmıştı. (Hürriyet)
Osman Can 12 Eylül faşizminin en önemli kurumlarından YÖK’ün şahsa mahsus tahsis ettiği kadro ile atanmayı hazmediyor ve görevine başlıyor!
Aynı Osman Can Avrupa’da bir sürü ülkede Adalet Bakanı’nın HSYK benzeri kurumlarda yer aldığını da söylemişti. Ancak, bizzat Adalet Bakanı onun gibi “yalan/yanlış” konuşanları tekzip ediyor.
Geçen akşam bir tartışma programında Avrupa’da hiçbir ülkede Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSYK benzeri kurumlarda yer almadığını söyleyince bir emekli savcı “pek çok ülkede olduğunu” söyledi. Israrla ülke ismi vermesini isteyince ve ben hırgür çıkarınca birkaç ülke adını yalan/yanlış telaffuz etti. Ben de çileden çıkarak kendisine “yalancı” diye bağırdım ve beni mahkemeye vermesini istedim. Bir diğer emekli hukukçu da İsveç’te HSYK üyelerini hükümetin seçtiğini söyleyerek arkadaşına destek çıktı! Halbuki konu “Adalet Bakanı” idi.
***
Son dönemde Adalet Bakanlığı’nın sözcülüğüne soyunan Nazlı Ilıcak dün Adalet Bakanı ile yaptığı söyleşiyi yayınladı. (Sabah, 13 Ekim 2010)
Söyleşinin bir yerinde şu konuşma geçiyor:
“- Avrupa standardına yakışmayan bir yapıdan söz ediliyor; Adalet Bakanı ve müsteşarının Kurul’da yer alması, olumsuz karşılanıyor. Adalet Bakanı’nın Kurul’da bulunduğu Batı’dan bir örnek verebilir misiniz?
- Örneği hemen Fransa’dan vereyim. Cumhurbaşkanı, başkan, Adalet Bakanı, başkan yardımcısı. Ama diyeceksiniz ki,
- 2010’da bu sistem sona eriyor.
- Tam da onu söyleyecektim. Adalet Bakanı’nı ve Cumhurbaşkanı’nı Kurul’dan çıkarıyorlar. Fransa’nın yeni getirdiği sistemi benimsesek, burada kıyamet kopar...”
***
Bakan “Adalet Bakanı ve müsteşarının Kurul’da yer alması” sorulunca önce “örneği hemen Fransa’dan vereyim” diyor. Sağ olsun Nazlı Hanım “2010’da bu sistem sona eriyor” diye uyarınca, o da sağ olsun, doğruyu söylüyor. Böylece Avrupa’da hiçbir ülkede Adalet Bakanı veya Müsteşar’ın HSYK üyesi/başkanı olmadığı ortaya çıkıyor. Bakan Bey eski sistemde “Adalet Bakanı var” derken de yanılıyor ama önemi yok.
***
Bu ülkenin namusunun emanet edildiği hukukçuların utanmadan/sıkılmadan ve dahi ısrarla yalan/yanlış bilgi vermeleri beni çileden çıkarıyor!
Bas bas bağırıyorlar: “Yaşasın 12 Eylül faşizminin işimize gelen yönleri!”
* Cüneyt Ülsever / Hürriyet
+++
Ahkâm keseceğine yaz bir köşe yazısı
“Muhalif gazetecilik saçmalık” diyerek yeni bir polemik başlatan Eyüp Can’a en sert tepki yazarı olduğu gazete Hürriyet’ten geldi. Ahmet Hakan dünkü köşesinde, Can’ın “köşe yazarlığının masa başından ahkâm kesmek olduğu” yolundaki sözlerine karşılık; “ahkâm keseceğine yaz bir köşe yazısı” diyerek şöyle cevap verdi:
“Son günlerde moda oldu, önüne gelen köşe yazarlığı konusunda ahkâm kesiyor. Kimi köşe yazarlığının cenaze namazını kıldırıyor, kimi köşe yazarlığının ölümsüzlüğünü müjdeliyor. Kimi ”Öyle olmaz, böyle olur“ diyor, kimi ”Böyle olmaz, öyle olur“ diyor. Akıllar veriliyor, akıllar satılıyor.
Ve işin en tuhaf tarafı, bütün bunlar ”köşe yazısı“ formatı içinde yapılıyor.
İnsanın şöyle diyesi geliyor:
Ya biraderler! Madem bu kadar biliyorsunuz, madem trend avcısısınız, madem bu işi yalayıp yuttunuz... Bu kadar ahkâm keseceğinize, üst perdeden atıp tutacağınıza, kendinizi ”öğreten adam“ pozisyonuna yerleştireceğinize...
Bize şöyle şahane, şöyle muhteşem, şöyle küçük dilimizi yutturacak, şöyle kıskançlıklara gark edecek...
Yani... Harikalar yarattığınız köşe yazısı örnekleri sunsanız daha iyi olmaz mı?
Hep teori, hep
teori...
Nereye kadar?”
Tam 40 yıldır bu konular üzerine akıl yoran bir akademisyen ve meslek mensubu olarak Can’ın söyledikleri üzerinde düşününce şu sonuca vardım: Galiba Eyüp Can’ın kafası biraz karışık, elinde yeterli bilgi yok ama, büyük şeyler söylüyor. Buna “ahkam kesmek” derler. Eyüp Can bu ahkamı nereden kesiyor? “Masa başından ahkam kesmeye karşı çıkan” köşe yazısında kesiyor. Buradaki tutarsızlığı bile göremiyor.
* Haluk Şahin
+++
“Köşe yazarlığı öldü” demişti
Eyüp Can, 9 Ekim 2010 tarihinde Hürriyet’te kaleme aldığı yazıda “Konvansiyonel gazetecilik ölürken konvansiyonel köşe yazarlığının yaşaması mümkün mü? Değil...
Çünkü insanlar hangi dünya görüşüne sahip olurlarsa olsunlar, masa başından ya da Tanrı katından değil hayatın içinden konuşan yazarları okuyor.(...) Köşenin değil, hayatın sokağın yazarı” demişti.
Can, NTV’de katıldığı Yazıişleri programında sarfettiği “Muhalif gazetecilik” diye bir laf var. Ben
bu lafı açıkçası baştan aşağı bir saçmalık
olarak görüyorum. Ne demek ’muhalif’? (...) Eğer siz daha baştan ben muhalifim, kategorik olarak buraya bakacağım diyorsanız o gazeteciliğin
çok anlamlı olduğuna inanmıyorum.
O gazeteciliği yapanlara kolay gelsin diyorum“ ifadeleri de tartışma yaratmıştı.
+++
‘Şeker çocuk’ atamasını
Bayer duyurdu
Osman Can’ın “yandaş bilim adamı” kadrosundan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde göreve başlatılacağını Yalçın Bayer 26 Ağustos 2010 tarihli Hürriyet’te, “Şeker Çocuk” başlıklı yazısında şöyle duyurmuştu:
“Anayasa Mahkemesi raportörü
Osman Can, bu görevinden vazgeçerek İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü’ne ‘talip’ olduğu İstanbul Üniversitesi çevrelerinde bomba gibi patladı.
Bunu bize Ankara’dan bir grup
öğretim üyesi haber verdi.
“Bunları İstanbul’daki hocalar biliyor da anlatmaktan çekinirler” dediler.
Şunları anlatıyorlar:
“Can, Ankara’da demokrat
ve aydın kişiler tarafından doçent yapıldı; dinciler tarafından da
Anayasa Mahkemesi’ne yerleştirildi. Daha sonra da kendisine yandaş medya gibi, yandaş ilim adamı olacağı, bu nedenle kendisine uygun bir yer bulanacağı sözü verildi.” Burada duralım. Bu sözü verenler kimler acaba? Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden mi, Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan mı, Adalet Bakanlığı’ndan mı veya MİT’ten mi?
İstanbul’a nasıl yönlendiriliyor?
- Osman Can, raportörlükten ayrıldıktan sonra İstanbul’a gitmesi tavsiye ediliyor. Özellikle Marmara Hukuk Fakültesi’nde Anayasa kürsüsünde boş kadro olduğu söyleniyor. Ama bir anda İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yönlendiriliyor. Çünkü, İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü öğretim üyeleri arasında, gerektiği kadar iktidara yandaş olabilecek ‘bilim adamı’ olmadığı için Osman Can gibilerine ihtiyaç duyuluyor. Can sansasyonel görüşleri ve rejimi başkalaştırma anlamına gelen sözleri ile ‘yandaş bilim adamı’ olmak üzere İstanbul Hukuk’a gönderiliyor. Asıl sorun da burada başlıyor.
Nasıl bir sorun?
- Üniversite hocaları arasında tepki baş gösterince Rektör Prof. Yunus Söylet Bey, sıkışıyor. Ama emir demiri keser...
Önce Can’a profesörlük kadrosunu çıkartıyor. Nedense sonradan bundan vazgeçiliyor, çünkü Can’ın profesör olmasına daha çok süre var. Arkasından bu kez
doçentlik kadrosu çıkarılıyor.
Bu kadro YÖK’e gönderilecek;
YÖK de şipşak kadro verip Osman Can’ı İstanbul Hukuk’a ithal ettirilecek, formül bu...”
Allah Türkiye’deki tüm davalara Deniz Feneri davası gibi sessiz ve sakin bir dava nasip eylesin... Amin...
* Haldun Ertem
+++
Her adliyeye bir TRT odası
Hürriyet muhabiri Nurettin Kurt’un haberine göre, TRT uzun bir süreyi daha adliye koridorlarında geçirecek.
“Mağdur(!)” bu kez Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulanan “Nuriş” lakaplı Nuri Ergin. Ergin’in TRT’deki “Büyük Takip” programında “hakkında bantta yer almayan bir konuşmanın varmış gibi yayınlandığı” yönündeki şikayeti üzerine harekete geçen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, programın yapımcısı Ali Galip Yiğit hakkında “hakaret” suçundan 2.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı.
Kurt’un haberine göre, Cumhuriyet Basın Savcısı Nadi Türkaslan’ın iddianamede “22 Temmuz 2010’da TRT Haber TV’de yayınlanan Büyük Takip programında Selçuk Parsadan’a ait konuşmaların montajlandığına” dikkat çekerek özetle şunları söyledi:
“Nuri Ergin’in bir mafya babasından aldığı para karşılığında Parsadan’ın koğuş arkadaşı Sabancı Suikasti sanığı Mustafa Duyar’ı öldürdüğü ve bunu bir mektupla Sadettin Tantan’a anlattığı iddiası bir bölümde yer almıştır. Tüm yayında olduğu gibi bu bölümde de Parsadan’ın konuşmasının ve konuşma metninin yer alması gerekirken, yayındaki metnin şüpheli tarafından hazırlandığı yayın bandının içeriğinden anlaşılmaktadır.”
TRT yöneticilerine, yapımcılarına, programcılarına da yazık. Yürümekle yollar aşınmaz belki ama insan bedenen aşınır, zamanı kısıtlanır. İyisi mi bundan böyle her adliye binasında bir de TRT odası düzenlensin; “sanık” durumundaki personel burada sürdürsün mesaisini...
+++
Bizimkiler ‘güzel’ ölmüştü
Bir düşünün, yerin altındasınız ve bir göçük oluyor. 33 madenciden biri olarak 622 metre derinlikte, daracık bir alandaki karanlıkta tam 69 gün yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Sizi kurtarmaya çalışıyorlar ama ne olacağı belli değil. Bazen onların yeraltından gelen görüntülerini izledik. Şili, madencilere ulaşmıştı. Yukarıdan açılan çok uzun delikten onlara yiyecek, içecek, ilaç gönderildi... Ve adamlar dün kapsülle yukarı çekilip kurtarıldı. Bu bir mucize idi. Şili’nin, teknolojinin ve kurtarma ekiplerinin mucüzesi.
Sonra Türkiye’deki bir maden kazası aklıma geldi.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Zonguldak’ta bir kömür madeninde patlama olmuş, 30 işçimiz can vermişti. İki işçinin cesetlerine bugüne kadar ulaşılması mümkün olmadı. Bu acı kazadan sonra Çalışma Bakanı Ömer Dinçer konuştu:
“Çıkarılan ilk 19-20 cesette yanma ve parçalanma yoktu. Güzel öldüler. Acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini burada rahatlıkla söyleyebilirim. Öteki sekiz cesette de ezilme yoktu çünkü göçük altında kalmamışlardı. Sekiz işçide hafif yanıklar vardı. Kimlik tespitinde bazı sorunlar yaşayacağımız kadar bir sorun vardı. Ama diğerleri gayet iyiydi. Cesetleri ailelerine teslim ettik, hepsi defnedildi. Hepsi huzur içindeler.” Birbirinden çok uzak iki ülkede iki maden kazası ve sonrası...
Şili’de teknolojinin bütün olanakları seferber edildi, yerin 622 metre altındaki 33 işçi, 69 gün sonra kurtarıldı. Bizde ise madende işçilerimiz öldü, bazılarının cesetlerine bugün bile ulaşılamadı. Bizim Çalışma Bakanı da herhalde şimdi huzur içindedir!
* Emin Çölaşan / Sözcü
+++
Çürük domatesleri de gördük
Gazeteciler Cemiyeti yönetim kurulunu temsilen Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan randevu istedik, yanılmıyorsak rahmetli Nezih Demirkent, Recep Bilginer, Ziya Nebioğlu ve biz...
“Muhatap” sıkıntısı çekiyorduk, akşam ya da gecenin bir saatinde haber geliyor, sıkıntı başlıyordu.
Haber doğru muydu, yazılmasına Sıkıyönetim ne derdi? Gazeteci, sorumlu yazı işleri müdürü kime soracak, kimden görüş alacaktı? Sıkıyönetim paşası buna çare bulmalıydı. Bize, gazetecilere bir muhatap lazımdı...
Konuşma sırasında “Gazetecilik sorumlu bir iştir, gazeteci de sorumluluğunun farkındadır!” diyecek olduk. Öztorun Paşa’nın yüzü değişti, emir subayını çağırdı, biraz sonra bir askeri hâkim ve savcı elinde bir dosya ile geldi, paşa, dosyayı bize uzattı “okuyun!” dedi...
Bir gazeteci uyuşturucu ve mafya babasından bir çek almış, adına yazılan çeki yandaki bankadan tahsil etmişti.
Her ne kadar “Paşam, bu münferit bir olay, her meslekte çürükler vardır!” desek de tabiri caizse fiyakamız bozulmuştu. Sonra? Diyeceksiniz, ne oldu bu gazeteciye? Son bir iki yıla kadar sosyete sayfalarından hiç aşağı inmiyormuş, verdiği davetlerle, katıldığı davetlerle...
* Hasan Pulur / Milliyet
+++
MİNİ YORUM
Güneydoğu’dan bildirme günleri
Okurumuz adeta isyanda; “Ne olur cevap verin Hasan Cemal’e...” Geleneksel “Güneydoğu’dan bildirme” günlerini ifa eden Cemal’e “bölgeden biri(!)”, Yasin Ak adlı uzman çavuşun ensesinden vuruluşunu anlatmış. Can çekişen bir eniği anlatsa daha “duygu”lu olurdu satırları. “Ruken Hanım”ın, “Kendimizi anlatabilsek, bir Türk anası da o zaman soracaktır, benim oğlum niye ölüyor diye...” sözüyle sesleniyor Cemal okuyucusuna... Bana ne gerek; muhatabı olan Türk anaları en güzel cevabı vermiyor mu?