Bekirağa Bölüğü ile Silivri arasında bir yerde... Cumhuriyet’in "k
3 Mayıs 1944’te Türk Milliyetçileri milli olmayan bir ideolojiye milli tepki göstermenin bedelini tabutluklara atılarak ödedi.
“Aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!”
Mustafa Kemal Atatürk
“Benim de şahsi kanaatim mühim işlerimizi görecek şahsiyetleri ya tamamiyle Türk olan, yani temsil olunmuş ve kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan veyahut da Türk ırkından gelen kimseler tarafından idare edilmesini uygun bulurum.”
Alparslan Türkeş
Tıpkı, İstanbul Hükümeti’nin Malta’ya sürgün ettiği, Atatürk’ün ise “fikirlerimin babası” ilan ettiği Ziya Gökalp yaşasaydı ne hissederdi” diye düşündüğüm gibi, düşünüyorum bazen Nusret Bey yaşasaydı ne hissederdi, Kemal Bey yaşasaydı, Dr. Reşit yaşaydı... Peki ya Zeki Velidi Togan, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay... Ya Hüseyin Nihal Atsız; o yaşıyor olsaydı bütün bu olan biten karşısında ne hissederdi? Mesele günlük gazeteleri okurken mesela, yüzünde nasıl bir ifade belirirdi? Televizyon kanallarında “haber” verilenleri izlerken gözünün önünden neler gelir, neler geçerdi?..
Neticede, bugün hücrelere tıkılan birçok Türk aydını gibi o da, bir TBMM’de “Biz Türk”üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız...” (5 Ağustos 1942) diye nutuk atan devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na, bir de devleti hücre hücre ele geçiren “Türk ve Türkçülük düşmanı kadrolaşma”ya bakıp “Bu işte bir gariplik var” demenin bedelini ödemişti! Hatta Cumhuriyet tarihinin bu yaman çelişkiye feda ettiği ilk isimdi!
Kafaları yarıldı, kaburgaları kırıldı
Nihal Atsız belli ki, her fırsatta Türklüğü, Türkçülüğü’yle övünen bir Başbakanın yönettiği ülkede, “devletin içine hatta beynine Türk düşmanı virüslerin” bulaşmasına göz yumulmaz diye düşünmüştü. Kendi halinde bir edebiyat öğretmeniydi. Devleti yönetenleri, yönettiklerini zannettikleri devletin “hangi eller tarafından, neye dönüştürüldüğünden” haberdar etmek istedi. Çıkardığı Orhun Dergisi’nde, bir ay arayla (1 Mart 1944 ve 1 Nisan 1944) Başbakan Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup yayınladı. Bahsettiği o “eller”den biri Sabahattin Ali’ydi; hakkında yazdıklarından ötürü Atsız’ı mahkemeye verdi.
Biz o günleri yaşamadık tabii. Ama rivayet o ki, Nihal Atsız-Sabahattin Ali davasının 26 Nisan 1944’te Ankara’da yapılan ilk duruşmasında Türkçü yazara öyle büyük bir destek vardı ki; mahkeme heyeti salona ancak pencereden girebildi!
O güne dair başka bir anekdot var ki çok daha önemli:
Nihâl Atsız’ın mahkeme heyetine yönelttiği “Sabahattin Ali”den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?” sorusuna davacı olan Sabahattin Ali’nin cevabı sadece sessizlikti!
Davanın ikinci duruşması yine Ankara’da Atsız’ın isteğiyle sonradan Türkçüler Günü olarak kutlanacak olan 3 Mayıs 1944’te yapıldı. Gencecik bir edebiyat öğretmenine sahip çıkmak üzere Ankara Adliyesi’nde buluşan Türk Milliyetçileri başkenti mahşer yerine çevirmişti. Adliye binasının ne içine ne de dışına sığmayan coşkulu kalabalık kendisine yeni bir sitikamet belirledi:
Türkçüler Ulus’a yürüyecekti.
Polis, İstiklal Marşı’yla yola çıkan binlerce genci engellemek istedi. 165 üniversite öğrencisinin tutuklandığı o günü, Nihal Atsız’a destek verenler arasında bulunan Alparslan Türkeş yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“3 Mayıs günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı.”
3 Mayıs 1944, Türk Milliyetçiliği’nin siyasal bir harekete dönüşümün temellerinin de atıldığı gündü.
Cumhuriyet tarihinin ilk cadı avı
Nihal Atsız’ı desteklemek üzere Ankara Adliyesi’nden Ulus Meydanı’na yürüyenler bir bir fişlenmişti.
Cumhuriyet tarihinin ilk “cadı avı”na girişildi.
“Düzen düşmanı” olduğu iddia edilen bir çok aydın mahkemelere sevk edildi;
İddiaya göre hepsi darbeciydi!
“Davanın savcısı”nın kim olduğunu Türkiye 19 Mayıs 1944’te öğrendi. İsmet İnönü, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kimliğiyle yaptığı konuşmada, Türk Milliyetçileri hakkındaki hükmü verdi:
“Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli tertiplerle teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasına gizli fesat tertipleri ile fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan batıdan ülkeler, gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu? Bunlar o şeylerdir ki devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyetinin aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.”
Yok yok karıştırmıyorum Tayyip Erdoğan’dan değil yaptığım alıntı!
Ve böylece Türk Milleti “konjonktür”le tanıştı! O günlerde bölgede “okyanus” değil de “Karadeniz ötesi” etkindi. Ve onların güdümünde hazırlanan T.K.P. Merkez Komitesi broşürüne göre “En Büyük tehlike Türkçülük” olarak belirlenmişti!
Nitekim, yeni müttefikinin gözünde “meşruiyet” kazanmak isteyen “primitif eş başkan”, 18 Mayıs 1944 günü yayımlanan bir resmi tebligatla Türkçüleri “terörist” ilan etti:
“Teşkilatı esasiye kanunumuzun tespit ettiği esaslara aykırı olarak ırkçılık Turancılık gayeleri güden, son zamanda faaliyetleri bu yolda tertibat aldıkları görülen bu kimselerin bu günkü rejimimize ve vatandaşlarımızın hakiki milliyetçilik hislerine aykırı umdeleri ve bu umdelere zarar vermek için gizli cemiyetlere faaliyet programları ve kendilerini gizli tutmaya mahsus şifre ve parolaları vardı...”
Türk Milliyetçileri’ni “ırkçı-kafatasçı-marjinal” ve hatta “terörist” ilan edenlerin, hemen her gün karalamaya çalıştıkları “tek parti” dönemini rehber almaları ne manidar değil mi!
Tabutluklara atıldılar...
İsmet İnönü’nün nutkundan vazife çıkaranlar icraata geçmekte gecikmedi... Nihal Atsız başta olmak üzere devrin önde gelen bilim, fikir, tıp adamları, subayları tabutluk denilen yarım metrekarelik alanlara tıkıldı; bu onları diri diri gömmek gibi bir şeydi. Türkçülük-Turancılık davası sanıklarına reva görülen zulüm engizisyon devrinden beterdi; 250-500 mumluk ampuller altında bekletildiler, vücutları kanırtıldı; çoğu sonunda beraat ettikleri davanın izlerini hayatları boyunca vücutlarında oluşan yaralarda, sakat kalan uzuvlarında taşıdı...
7 Eylül 1944 günü başlayan ve haftada 3 gün görülen, “Irkçılık-Turancılık Davası”nda (Silivri’de görülen davaya Ergenekon derken o günlere mi nazire yaptılar ne!) Türk Milliyetçileri tam 65 oturum boyunca canlarını fedaya hazır oldukları devlete kast etmek gibi bir niyetleri olmadığını ispata çalıştılar!
Hasan Ferit Cansever, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Nurullah Barıman, Zeki Özgür Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı, Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sançar, Saim Bayrak, İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaş Fer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Cebbar Şenel, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi Özbek, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç olmak üzere toplam 23 sanığın yargılandığı dava 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlandı 13 sanık beraat ederken Nihal Atsız ile birlikte mahkumiyet alan Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal olmak üzere 10 sanık da 26 Ekim 1945’e kadar tutuklu kaldı.
Tarihi beraat gerekçesi
Temyiz sürecinde Askeri Yargıtay, “1 Numaralı Sıkıyönetim mahkemesi tarafsızlıktan ayrılmıştır. Mahkeme 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından görülmelidir” diyerek kararı bozdu. Bilmem bugün aynı uygulamaya gidenlere ibret olur mu, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilen Atsız ve arkadaşları da hüküm giymedikleri bir cezayı yok yere peşin peşin çekmiş oldu!
2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, 3 Mart 1947’de “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir” diyerek bütün sanıkları beraat ettirdi.
Mahkemenin kararı, bugünün mozaikçilerine, etnikçilerine öngörüyle verilmiş bir cevap gibiydi:
“Her milletin içindeki azınlıklar o milletin hakim ırkının adını alır. Fakat o millet içinde ayrı ırklardan bahsedilemeyeceği anlamına gelmez.”
İddianame değil hukuk garabeti
“Bu dâvâ; gizli cemiyet, şifre, parola, telsiz, hükûmet darbesi, vatan ihaneti gibi efsanelerle dünyayı velveleye veren şahsî düşmanlarının, boş ve hayâlî iddialarını zorla ispat etmek için mâsum insanlara, gerçek yurtseverlere savurdukları iftiraların dâvâsıdır” diyen Nihal Atsız’ın savunması, “konjonktür gereği” idam edilmeden önce “Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!..” diyen Kemal Bey’inkinden farklı değildi:
“Kimseden haksız bir yere birşey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz.
Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik veya apartman alacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana vatan haini diyemez, bu çirkef iftirayı iadeye de tenezzül etmiyorum. Kimin hain kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hatta etmiştir bile.
Keza davanın sanıklarından Alparslan Türkeş’in savunmasına “Kelimenin mutlak manasiyle milletsever bir Türk subayıyım” diye başlaması, Silivri’de süren ve TSK mensuplarının yargılandığı davaları izleyenler için hayli tanıdık olmalı!
Irkçılık-Turancılık Davası, Türk Milliyetçiliği’ni mahkum edebilmek uğruna yaratılan hukuk garabetleri açısından da Cumhuriyet tarihinin ilk örneği. Bu manada mütareke hastalıklarının Cumhuriyete sirayet ettirildiği önemli bir kırılma anı. Gelin -tabi yine bugünle kıyas yaparak- Atsız’dan dinleyelim nasılını:
“Savcı yerinde duran bu adam her şeyden önce yazılı vesikaları tahrif etmiştir: Ben “bedava broşür verelim” diyorum, o bunu “gizli broşür” şekline sokuyor.
Ben “Türk illerinin dünkü, bugünkü sınırları” diyorum, o bunu “yarınki sınırlar” diye tahrif ediyor. Ben “millî ülkülerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktır” diyorum, cihanı istilâya kalkıştığımızı ilân ediyor.
“Ölmüş devlet reisinden” bahsediyorum, “ölmüş reisicumhur” hâline getiriyor. Ne ben acemi bir lise talebesiyim; ne de o benim tahrir vazifelerimi düzelten bir edebiyat öğretmenidir.
...Savcı Kâzım suç teşkil etmeyen yazılarımızı beğenmediği için bunlarda küçücük değişiklikler yapmakta mahzur görmüyor. Esasen savcı Kâzım hiçbir şeyi beğenmiyor. Ona göre bizim her hareketimiz bir suç teşkil ediyor: Doktor Hasan Ferit suçludur, çünkü dargınları barıştırmıştır. Orhan Şaik, o da suçludur, çünkü dargınları barıştırmamıştır.
Zevcemin “sıhhatini bildir” diye çektiği telgraf suçtur. Onun için bu telgraf suç delili olarak dosyaya konmuştur. Orhan Şaik’le birlikte Malatya ve Edirne’de bulunuşum da suçtur ve Orhan’ın “Malatya’da beraberdik” deyişi bir itiraftır. Bu zihniyet ve mantığa göre hakka yakın olmak için Kâzım Alöç’den ırak olmaktan başka çıkar yol kalmıyor demektir ki o da bizim ihtiyarımız dahilinde değildir.”
Türk Milliyetçilerinin “gizli cemiyet kurmak, nizam düşmanlığı yapmak, hükümeti devirmeye teşebbüs etmek” gibi iftiralara maruz kaldığı davada yaşanan diyalogların benzerlerine artık her gün şahit oluyoruz neredeyse.
Savcı Kazım Alöç’ün “Biz bunları yüksek mahkemenin huzuruna hükümeti devirmeye kalkışan vatan hainleri olarak çıkarmış bulunuyoruz” sözleri üzerine, 23 milliyetçinin ayağa kalkarak mahkeme heyetine, “Biz vatan haini değil Türk milliyetçileriyiz. Bu sözü aynen savcıya iade ederiz” demesine benzer hadiseler hemen her gün yaşanıyor Silivri’de. İleri demokrasi farkı olsa gerek o gün Cumhurbaşkanı’nın “suçlu” ilan ettiklerini “beraat” ettirebilen mahkeme, bugün “savunma”ya da tahammül edemeyerek “kapı”yı gösteriyor sanıkları savunmakla görevli kişilere!
***
Velhasıl finale geldim ama Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk korku imparatorluğuna dönüştürülme girişiminin, Cumhuriyet tarihinde Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisi olan Türk Milliyetçiliğini ilk yargılama girişiminin yıldönümünde nasıl bir kutlama yapsak bulamadım hala... Cumhuriyet değerlerine sahip çıkanlar, göğsünü toprak bütünlüğümüze siper edenler “en azından tabutluğa atılmıyorlar, rutubetli hücrelerde çürümeye bırakılıyorlar” diye şükür namazı mı kılsak hep birlikte!