Bayram(sız)lık birkaç satır...
Dinle beni sevdiğim;
Kalk buradan gidelim.
Yer bize zindân oldu,
Dost bize düşman oldu,
Şeytan kalplere girdi,
Saadet delindi.
Dinle beni sevdiğim
Kalk buradan gidelim...
Doğum ile ölüm arasında küçük bir noktadan ibaret olan “hayat” ımızın akışı; kendi isteklerimiz, belki biricik hayatımıza sığdıramayacağımız hayallerimiz, yakın ve uzak planlarımız ve hesaplarımızla ters istikamette seyrettiği demlerde hep bir yerlere gitmek isteriz, sevdiğimizi de yanımıza alarak. Yukarıdaki lâ-edrî mısralarda olduğu gibi “yer zindan ve dost düşman” görünür gözümüze. Kalpleri şeytanın vesvesesi kaplar, tüm “saadetimiz delinir” adeta...
Tez elden sesleniriz sevdiğimize, “kalk sevdiğim buralardan gidelim”...
Kaçıncısıdır bu muhayyel gidişimiz bilmeyiz, bilinmez. Belki bir bâdirenin; “göz ayrı, gönül ayrı” yorgunluğudur. Acı bizimle “hem-hâl” dir, “ağu aşımızdadır” bizim. “Kaşımız üzre karalar” vardır, “dertler başımızda” konaklar. Kalırız ortalıkta “tek ü tenhâ kimsesiz” sesleniriz sevdiğimize; “kalk sevdiğim buralardan gidelim” ...
Sevdiğimiz, o anda bizi hayata bağlayan yegâne tutamak olur, ona sığınırız. Sevdiğimiz, bazen uzaklardan gülümseyen yârimizdir, bazen bir dosttur, bazen başımızdır yalnızca, onu alır gideriz, bazen de içimizde üşümeğe, sessizce içini çekip hıçkırmağa ve yenine burnunu silmeğe devam eden çocukluğumuzdur, onu alır gideriz...
Matta İncil’inde(18: 3); “Dönmez ve küçük çocuklar gibi olamazsanız, göklerin melekûtuna asla giremezsiniz” diyordu. İşte o “saf” çocuğa kavuşmak/dönmek isteriz. Onunla yeniden başlamak isteriz her şeye. Ama biliriz bir taraftan; “hayatın kazâsı” yoktur ve onun hiçbir ânını tekrar yaşayamayız. Nihayet, hayatımızı ebedî kılmak ihtiyârımızda değildir; sükût etmemiz gereken yerde “kalk” deriz, “sevdiğim buralardan gidelim”... Ve gideriz...
Dağ başında bir kulübedir aradığımız. Çevresinde bin bir ağacın, yaprakları birbirine dolanmış halde seviştiği, ırmakların daha da bir deli akıp, bu aşka şahitlik ettiği, kuşların uğruna nice besteler tükettiği, rüzgârın, kuşların bestesine eşlik ettği tabiatın taaşşukunu hayal ederiz.
Orada ne bize “zindan olan yer” ler, ne “düşman olan dost” lar, ne “şeytanın girdiği kalpler”, ne de “delinmiş saadetler” vardır. Orası Tufeyli’nin “Hây bin Yekzanı” nın Allah’ı bulduğu yerdir. Ve orada kuşlar bestesini O’nun için yapar, rüzgâr ıslığını O’nun için çalar, birbirine ayrılmamacasına sarılan yapraklar O’nun için sevişir, tabiat yalnız O’nun için “taaşşuk” eder... Orada yalnız O’nunlayızdır artık...
Trafik gürültülerinin, can sıkıcı protokol ziyaretlerinin, geçim kaygılarının, istikbâl endişelerinin, türlü-türlü faturaların, karşılıksız çeklerin/senetlerin, tamamen konjonktürel beraberliklerin, hatır belâsına birileriyle paylaşmak zorunda kaldığınız ve tamamen size ait kıymetli zamanların, kulaklarınızı tırmalayan sahte kahkahaların, yersiz somurtkanlıkların, fedakârlık kılıfı ile başa kakmaların, iğrenç kaprislerin, bir türlü halledemediğimiz memleket meselelerinin, çocukluğumuzdan beridir kurtaramadığımız vatanın ve derûnuna bir türlü nüfû edemedeğimiz ve muhtemel ki haketmediğimiz bayramların ve de bütün bunlar gibi altında ruhumuzun/yüreğimizin ezildiği türlü hayal kırıklıklarının olmadığı yere biz, yitirdiğimiz umutları yeşertmeye gideriz sevdiğimizle. Ve orada kurtuluruz, insanların birbirlerine karşılıklı saygı göstermesini gerektiren “zaruret bağlarından, maslahat icab” larından... Bir biz varızdır orada, bir de O...
Sükûtun “altınlığı” nı orada idrak ederiz. Hiç olmak, bir olmak isteriz, sükûtun “derûnunda” kaybolmak isteriz... Söz söylemeyi öğrenene kadar susmayı işte o “derûn” da öğreniriz...
Çünkü Kur’an’da, “Güzel söz, kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.” (İbrahim, 24) buyurulmuştur... Ve biz sözün ehli değilizdir. Bir gün o ormanda, söz söylemeyi öğrenene kadar susmamız iktizâ eder...