Başkanlık sistemi ve Türkeş...
Doğrudur, Dokuz Işık’ta Türkeş, “Güçlü, kuvvetli devlet, şahsiyetli, dirayetli devlet başkanları ile kaimdir” diyor.
Evet, Dokuz Işık’ta Türkeş “tek meclis” diyor: “Tam ve sağlam bir milli meclis kurulacaktır. Bu meclis tek yapılı olacaktır.” 1960 darbe kalıntısı Senato’nun kaldırılacağını da şu sözlerle vaat ediyor: “Avrupa’nın krallık rejimlerinin kalıntısı olan Senato kaldırılacaktır.”
Dokuz Işık eserinde “Dokuz Işıkçı düzende siyasi yapı” bölümünde zikredilen bu hususlar dışında Başkanlığın bir sistem olarak ele alındığı belge yok.
Merhum Türkeş’in 70’lerin başında yaptığı birkaç konuşma ve aynı eserin 1977 yılı baskısında yer alan, 2012 yılında, malum şahsın eline tutuşturulan kağıttan okuduğu ve nihayet geçtiğimiz günlerde tekrar ettiği cümleler dışında Başkanlık konusu dile getirilmemiş.
Peki rahmetli Başbuğ sadece bunları mı söylemiş?
Okuyalım. Bu sefer daha yakın zamanda yazdığı bir eserinde, Gönül Seferberliğine’deyiz: “Milliyetçi Hareket Partisi’nin yolu, hukukun üstünlüğünü esas alan, çok partili, demokratik, parlamenter, hürriyetçi nizamdır.”
Yıl 1979. Burada, daha sonra parti programına da koyduğu parlamenter sisteme açık bir atıf var.
“Velev” ki Başbuğ, 45 yıl önce bu fikri savunmuş olsun. Elinden 9 Işık’ı düşürmediği anlaşılan şahıs gibi “gömlek çıkartır” rahatlığında fikirlerini sıyırıp atmasa da Başbuğ da bazı fikirlerinden vazgeçebilir; bunda şaşıracak bir şey yok...
Peki Başbuğ, Dokuz Işık’ta ve 70’lerden sonra devlet sistemimizle alakalı başka bir şeyler söylememiş mi?
Dokuz Işık’ta “milli devlet” diyor merhum: “Milliyetçi Türkiye’nin yapısı milli devlet esprisine dayanır.”
Türkiye’nin “etnik havuz” a dönüştürülmesi projelerine: “Ne mozayiği ulan!” diyordu, hatırlıyorsanız...
Güneydoğu meselesi hususunda, bugünün açılımcıları kadar cüretkâr olmayan Orhan Doğan’a televizyon ekranlarında verdiği cevabı bilmem hatırlıyor musunuz?
Tabii ki bu hususları hatırlamazlar.
Siyaset fırsatçıları için Türkeş, tıpkı kullandıkları diğer değerler gibi ihtiyaç anında sarılacakları bir “cankurtaran simidi” dir, daha sonra fırlatıp atacakları.
Bunu anlamayanlar var mı hâlâ?
***
Bir düşünce “ayaklar altına” alınacak kadar aşağı ve o düşünceyi savunanlar “Fatiha bile bilmeyenler” yığınından ibaret görülüyorsa, her ihtiyaç anında o kapıya sürtünmek siyasi nezaketsizlikten öte bir şey.
Mesele çok açık ve tanıdık.
Birileri sistemi değiştirmek istiyor, Milliyetçi oylara ihtiyaç var. Onları kazanmak için Türkeş ismine ihtiyaç var.
Hemen karşıdan ve “karşının beslemeleri” nden “Türkeş de başkanlık sistemini savunuyordu” söylemleri, yazıları...
Peki sonra ne demiş Türkeş? Nasıl bir başkanlık sisteminden bahsetmiş? Bunun şartlarının nasıl oluşturulacağını belirtmiş mi? Daha sonra bunun aleyhinde bir şeyler söylemiş mi?
Bunu yazıyorlar mı, tabii ki hayır. Amaç milleti aydınlatmak değil, efendilerine hizmet etmek.
Bu ilk değil, son da olmayacak...
Ömrü Türkeş’e, “Türkeşçi” lere sövmekle geçenlerin bize Türkeş’i öğretmeye kalkmasına alıştık artık.
Peki bu oltaya gelen Ülkücüler hâlâ var mı? Tabii ki var.
İşte ona bir türlü alışamıyoruz.
***
İnsanların fikirleri değişebilir. İnsan dün Ülkücüdür, bugün Liberal, İslamcı veya Marksist olabilir.
Değişim, insani bir şeydir; anlamak gerekir.
Anlaşılamayan şey şudur: Karşı kaldırımda durup, bu kaldırımda olduğunu ve hatta bu kaldırımın “asıl sahibi” olduğunu iddia ederek bu kaldırımdakilere akıl vermek.
Daha açık yazayım.
Başka siyasi partilerde siyaset edip, iktidarın gölgesinde yaşayıp “Ülkücülük bu değil!” diyenlere sözüm.
İktidarın gölgesinde yaşayıp “Türkeş şöyle derdi!” diye konuşmaya başlayanlara sözüm.
Bu arkadaşlar Başbuğ sağken de onu eleştirirler, Ülkücülere yine akıl vermeye çalışırlar, hakiki Ülkücülüğü anlatırlardı.
Dün Özal’ın, Demirel’in, Çiller’in hizmetindeydiler bugün Erdoğan’ın...
Anlayacağınız “eski Ülkücü” cenahta değişen bir şey yok.
Efendilerine hizmete devam ediyorlar...