‘Basının en derin çukurundaki adam’
İtirafçılık Babahan’a pahalıya patlayacak; Altaylı, mahkemeye gidiyor
Eğer sen benim dediğin gibi biri olduğuma inanıyorsan niye sözde başında olduğun gazeteye gelirken “Ben bu adamı gazetemde istemem” demedin. Sonrasında 1.5 yıl benim “altımda” çalıştın. Neden, “Böyle bir adamın altında çalışmam” deyip çekip gitmedin, gidemedin?
Neden kapımda yattın?
Neden TMSF gazetemize el koyduğu zaman gelip hüngür hüngür ağladın?
Madem MİT ajanı olduğuma inanıyordun, neden istifayı basıp gitmedin? Neden TMSF günlerinde, “Sen neredeysen ben oradayım” diye kapımda yattın? Ve neden “Ben yarın istifa ediyorum” dediğimde, “Ben de” deyip oradan TMSF kapısına koşarak, “Fatih Altaylı yarın istifa ediyor, onun yerine beni yayın yönetmeni yapın” dedin?
TMSF değil ama Ankara’daki birileri vasıtasıyla o koltuğa oturunca neden ilk işin, o güne kadar bütün baskı ve ricalara rağmen benim Sabah’a almadığım Nazlı Ilıcak’ı köşe yazarı yapmak oldu?
Satıştan sonra gazetenin yeni patronunun seni kapıya koyacağını anladığın zaman neden elinde listelerle Aydın Doğan’ın kapısına gidip “Beni işe alın. Bu listedeki herkesi getirip Sabah’ı bitireyim. Bu takunyalılarla, köyulülerle çalışmak zoruma gidiyor” dedin?
Sansürcü, geçmişi unutma
28 Şubat’tan bahsediyorsun.
Utanmadan.
28 Şubat’ta sen Sabah gazetesindeki yazarların “Andıç” nedeniyle kovulma tebligatını yaparken, dünkü röportajında o dönemde sansürcülükle görevlendirildiğini itiraf edeken, ben Hürriyet Gazetesindeki köşemde o meslektaşlarıma, “Sansürlendiniz. Benim köşem sizindir. Gelin burada yazın” diyordum.
Aha arşiv orada. Aha Mehmet Ali Birand hala yaşıyor.
Diyorsun ki, “Başbakan Mesu t Yılmaz’ın önünde sen MİT’çisin, ben MİT’çiyim kavgası yaptılar”.
Doğru olan tek şey benim Tuncay Özkan’la Başbakan Mesut Yılmaz’ın önünde kavga ettiğim. Ama o kavga kapalı kapılar ardında değil, 25 yayın yönetmenin önünde oldu. Konu da MİT falan değildi.
Mesut Yılmaz o günlerde gündemde olan konuları konuşmak için yayın yönetmenlerine bir yemek vermişti.
Yayın yönetmeni olmadığım halde
ben de davetliydim.
Aydın Doğan’ın, Milliyet’i Korkmaz Yiğit’e sattığı günlerdi. Sonra bir ses kaydı ortaya çıktı. Çakıcı ile Yiğit arasında yapılan bir konuşma bandı. Bu bant üzerine satış bozuldu, Türkiye’nin gündemi değişti. Kavganın nedeni işte o banttı.
Kavgayı Yılmaz önledi
O dönem milletvekili olan Fikri Sağlar, bu bandı yayınlaması için Kanal D Haber Yayın Yönetmeni Tuncay Özkan’a vermiş. Tuncay da bu bandı yayınlamamış, götürüp Başbakan Mesut Yılmaz’a dinletmişti. Tuncay Özkan’la işte bu yüzden Başbakan’ın önünde kavga ettik.
Ben o yemekte Özkan’a, “Sen gazeteci misin, Başbakan’ın yardımcısı mısın? Sana bu bandı yayınla diye verdiler, sen koştıura koştura Mesut Bey’e götürdün. Bu mu gazetecilik” dedim.
Tartışma o yüzden çıktı. Olası bir kavgayı da Mesut Yılmaz önledi.
Mesut Yılmaz da hayatta, orada
bulunan sayısını hatırlamadığım kadar gazetecide.
Bak Türk basının en derin çukurundaki adam! Bu röportajını mahkemeye
veriyorum. Seninle adalet önünde
hesaplaşacağız.
Fatih Altaylı / HaberTurk
Operasyona sahip çıktı
HaberTurk’e manşet olan “Ya bu da ıslak imza gibi olursa?” sözlerini yalanlayan İbrahin Şahin, “yanlışlık yaparsak istifa etmeyi biliriz” dedi. Hâlâ istifa etmediğine göre “ajitasyon”un doğru olduğunu düşünüyor olmalı
HaberTurk’un iddiasına göre, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Aslan Güner’in “TRT kamyon haberini ajite etti” eleştirisine cevaben, “Şimdi, ya bu da ıslak imza gibi çıkarsa ne olacak?” dedi.
Şahin, bu haberi “kafa karıştıran” bir açıklama ile yalanladı ve “yanlışlık yaparsak istifa etmeyi biliriz” dedi. Hala istifa etmediğine göre, demek ki bugüne kadar yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyor yani “ajitasyonun” arkasında duruyor.
Şahin’in açıklamasından önce yazılan bu yazıda, “Devletin en ‘stratejik’ kurumlarından biri, göle maya çalan Nasreddin Hoca’ya özenircesine, ‘ya çıkarsa’ diyerek yönetilemeyeceğine göre, Şahin’in konuşurken bir bildiği olmalı! Şahin, hukuken henüz karara bağlanmamış bir konuda, hükmü bilerek konuşuyorsa vahim, bilmiyor da buna rağmen, Orgeneral Güner’i yalanlarken, doğrulayıp ‘ajitasyon’a başvuruyorsa daha vahim.” demiştik. Velev ki, Şahin bu sözleri söylememiş olsun. “Ajitasyon”un psikolojik savaşta sık başvurulan tekniklerden olduğu ve “psikolojik savaş” ifadesinin, sık sık TRT kurumu ile birlikte anıldığı, hatta CHP’li Ali İhsan Köktürk’ün araştırma önergesiyle TBMM’ye taşındığı gerçeğini değiştirir mi?
Medya ve psikolojik savaş
Mahir Kaynak’la yaptığımız röportajda, eski MİT’çi söylemişti: “Medya olmadan darbe yapmak mümkün olmaz...” Öyleyse bir “karşı darbe” veya “psikolojik savaş” da aynı oranda medyaya muhtaç olmalı.
Siyasi iktidar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahsızlandırılmasına, ordunun “terör örgütü” olarak algılatılmasına çalışıyorsa, bunu CIA’nın Vacaville Devlet Hapishanesi’ndeki mahkumlara yaptığı gibi, toplumun beynine hükmetmek için radyasyon, elektrot yerleştirme, mikro dalga, şok ve ilaç testi uygulayacak değil elbette... Ama bu duyularımızın güvende olduğu anlamını taşır mı?
Yürütülen şey gerçekten de bir “ideoloji değiştirme” operasyonu ise, toplumsal hipnoz, hafıza kaybı, sersemlik ve psikoz yaratmak; bu yolla hepimizi Mançurya Kobayları gibi robotlaştırmak amaçlanıyorsa, bu hedefe, en az LSD kadar zihin bozucu olan ve aynı anda milyonlarca insana nüfuz kabiliyetine sahip “kitle iletişim araçları”yla da erişilebilir.
Komplo teorisi değil
Bunlar bir Hollywood senaryosundan alınmadı. Psikolojik savaş tarihte karşılığı olan bir pratik. 1600’lü yıllarda, Papa 15. Gregory’nin Hristiyan olmayan ülkelere gönderdiği “İnancı Yayma Meclisi”ne bağlı psikolojik operasyon elemanları olan misyonerlerin yerini, gelişen teknoloji ile medya aldı o kadar.
İnancı yaymak veya yoktan kanaat yaratmak artık daha kolay. Wilson, ABD kamuoyunu, İngiltere’nin yanında savaşa girmeye “ikna” için bir gazeteci, Walter Lippman’dan faydalandı. Ve bütün bu operasyon sadece 6 ay sürdü. Bir de medyanın bugünkü erişebilir ve erişilebilirliğini düşünün.
Propaganda yöntemleri
TRT’ye dönecek olursak;
Çetin Doğan, “gözaltında değilim” dediği halde, haberini düzeltmeyerek, “bilerek çarpıtmak” bir propaganda yöntemidir...
Ümraniye operasyonlarını “ETÖ” vurgusu ile duyurarak, “zihinlerde hatalı imaj oluşturmak” bir propaganda yöntemidir...
Milli tavra sahip gazeteleri “tahrik edici” oldukları gerekçesiyle sansürleyip, “kirli tezgah”, “kaos planı” gibi manşetleri göstere göstere okumak, “korku duygusuna başvurmak” bir propaganda yöntemidir...
“Korku imparatorluğu” inşaa etmek için “mühendislik” faaliyet yürüten yazar, çizer, yöneticileri himaye etmek, ekranını sonuna kadar bu isimlere açarak meşrulaştırmak ve topluma “kazananın yanında ol” mesajı vermek bir propaganda yöntemidir...
Yayınlarında, “tek ses” çıkaran sözde “çok sesli koro”ya yer vererek, “tren etkisi” yaratmak, “herkes böyle düşünüyor” algısı yaratarak, fikrini kabule yönlendirmek bir propaganda yöntemidir...
Tuncay Güney yayınında olduğu gibi, “damgalama”ya zemin yaratmak bir propaganda yöntemidir...
Bir askeri PKK’lı ilan etmek gibi “kabul görmeyecek bir itham”ı, terör saldırısından sonra Dursun Çiçek’in de Reşadiye’li olduğu bilgisini vererek, “kasıtlı muğlaklık”
yaratarak yaymak propaganda yöntemidir.
İnsanları doğru olmayan bir şeye inandırıp sürekli kuşku duymalarını, böylece egemen gücün “onayı”nı kabule muhtaç hale gelmelerini sağlamak bir propaganda yöntemidir. Ve Şahin’in sözlerinin bende çağrıştırdığı budur.
Şahin’in “TSK’yı yıpratmak isteyen karşısında TRT’yi bulur” açıklaması gibi, Tayyip Erdoğan’ın, “analar ağlamasın” çıkışı da “değer ve inançları kullanarak” yaptığı “parıltılı genellemeler”i, Şahin’i TRT’nin başına geçiren Abdullah Gül’ün, “Kayıp Trilyon” davasının şüphelisi olmasına aldırmadan yaptığı ve “günah keçisi tekniği” olarak tanımlanan, “Her kurum yanlış yapanı kenara koyacak, o kadar” çıkışı da propaganda yöntemleridir ve suçlunun adresini şaşırtmaya yarar...
Özetle; propagandayı yayan, TRT yöneticilerinin ifadesiyle “kritik noktalardan kuş uçurtmayan” muhabirler bilemeyebilirler, ama bir psikolojik savaşın “komuta kademesi”, yanlış bilgiyi “yanlışlıkla” yayacak kadar acemi değildir. Psikolojik savaşın temel silahı olan propagandaya başvuran egemenlerin oluşturduğu resmin bütününe bakınca, daha önce üç defa veto edilen Şahin’in TRT’nin başına getirilmiş olması “tesadüf” olabilir mi?
Bakan yargıç oldu hüküm verdi!
İçişleri Bakanı çıkmış kürsüden
anlatıyor.. Kendini yargıç yapmış..
Mahkemenin yerine koymuş, hükmünü vermiş.. Partilerine demiş ki;
Danıştay saldırısını kimin yaptırdığı
ortaya çıktı..
Bomba haber değil mi?
Kim yaptırmış!..
Bakan Silivri’dekiler diyor..
Genelleme yapıyor, tümü demek istiyor..
Mahkeme sürerken Bakan azmettirenleri nasıl biliyor?
Silivri’dekilerdir, değildir..
Beni alakadar etmez..
Benim üzerinde durduğum, İçişleri Bakanı Atalay’ın çıkıp bu şekilde konuşmasıdır..
Kimse çıkıp siyaseten söyledi demesin..
Söyleyen sen ben değil, ülkenin İçişleri Bakanı..
Mahkeme kararının önemi yoksa, insanların mahkûm olmaları veya beraat etmeleri bir şey ifade
etmiyorsa..
Suçlanmaları, iddianameye
girmeleri suçlu muamelesi
yapılmalarına yetiyorsa..
Adalet nerede!
Mehmet Tezkan / Milliyet
Tarihi eserleri hibe mi ettik?
Yüzyılın en büyük eski eser kaçakçısı sayılan A. Dikmen Almanya’nın Münih kentinde ikamet ediyor. Bavyera Eyaleti Polisi, 1997 yılında A. Dikmen’e ait işyerlerinde ve ikamet ettiği mekânlarda yaptığı aramalarda 6000 parça esere el koyuyor. Eserler Türkiye ve Kıbrıs çıkışlıdır. Bu eserlerin kökeninin belirlenmesi için Türkiye ve KKTC’den yardım isteniyor. T. C Kültür Bakanlığı, zamanın İstanbul Ayasofya Müzesi Müdürü Ali Kılıçkaya ile arkeolog Orhan Atvur’u, KKTC devleti ise eski eserler uzmanı Hasan Tekel’i Münih’e gönderiyor. Uzmanlar yaptıkları inceleme sonucu toplam 1233 adet Anadolu kökenli eser saptıyorlar. Hazırladıkları 13 Mart 1998 tarihli raporu Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne sunuyorlar.
2004 yılına geliniyor. Kıbrıs Rum Yönetimi, Ada’dan kaçırılan, sayısı birkaç bini bulan mozaik, duvar resmi, ikona ve tarihsel yapıtı Münih’ten mahkeme kararı ile geri alıyor. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı ise Anadolu kökenli eserlerin geri alınması için o yıla kadar hâlâ başvuruda bulunmuş değil...
Bundan 12 yıl önce Münih’e giderek incelemeyi yapan emekli müze müdürü Ali Kılıçkaya soruyor: - Acaba Münih’teki eserleri geri almak için Kültür Bakanlığımız Almanya’ya başvurdu mu? Bu konuda son durum nedir?
Melih Aşık / Milliyet
Eyvah paşa konuştu
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ iki büyük gazeteye özel demeç verdi. Dün de Ankara’da toplanan Küresel Terörizm içerikli askeri toplantıda açış konuşması yaptı. Bu konuşma neredeyse tüm haber kanalları tarafından canlı yayınlandı.
İşin şaka yanı ise şu: Paşa’nın her konuşmasından sonra orduya yönelik bir eylem yapılıyor biliyorsunuz. Üst üste yapılan son konuşmalardan sonra ordunun başına bakalım bu kez ne gelecek?
l Can Ataklı / Vatan
MİNİ YORUM
Balmumu skandalı mercek altında
Engin Balım, balmumu Atatürk heykelinin “sessiz nakli” skandalının peşini bırakmıyor ve soruyor: “Atatürk’ü 2008 sonunda Berlin’e yollamışlar, Büyükelçi ayakta mı uyumuş? Haydi İngiltere’dekiler uyumuş, Almanya’daki de mi uyumuş? Atatürk’ün heykeli o müze senin bu müze benim dolaştırılmak zorunda mı? Türkiye 3-5 heykel yollayamayacak kadar aciz mi? Muz cumhuriyeti miyiz?”